Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ
24 Haziran 2021
ARAMIZDAN AYRILIŞININ 61. YILINDA İSMAİL HAKKI TONGUÇ'U YENİDEN ANLAMAK
(Milasın Gazetesi ÖNDER)
24 Haziran 2021
ARAMIZDAN AYRILIŞININ 61. YILINDA İSMAİL HAKKI TONGUÇ'U YENİDEN ANLAMAK
(Milasın Gazetesi ÖNDER)
Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ
4 Ocak 2020
ARAMIZDAN AYRILIŞININ 3. YILINDA DR. ENGİN TONGUÇ
“Uygarlık, eşitlik, hakçasına paylaşılacak bir bolluk ve mutluluk getirecek bir Cumhuriyet’e inanmış bir kuşaktık. Ne var ki, ülkenin çalışma yaşamına katıldığımız yıllarda, kendimizi giderek hızlanan bir bozulma, bir yozlaşma sürecinde bulduk. Çalışma yaşamımız bunun içinde, inançlarımız doğrultusunda çırpınıp durmakla geçti. Onun için bu anılarda sevinçlerden çok düş kırıklıkları, mutluluklardan çok acılar vardır. Ama yeniden yaşama olanağı bulunsaydı, tüm olumsuz koşullara karşın, yaşam hakkımı ben yine böyle kullanırdım.”
Yukarıdaki özgün ifadeler Cumhuriyet devrimcisi Dr. Engin Tonguç’un “Umut Yolu” kitabında kendi kaleminden yaşam öyküsünün özeti. 1928-Ankara doğumlu Dr. Engin Tonguc, onurlu bir yasam ve yapıtlar bırakarak 30 Aralık 2016 tarihinde aramızdan ayrıldı ve onu dostlarıyla beraber 31 Aralık 2016 tarihinde Soma’da sonsuzluğa uğurladık. Aramızdan ayrılışının üçüncü yılında “eğitim hakkı, sağlık hakkı ve aydınlanma” penceresinden onu bir kez daha hatırlayarak emeğini selamlıyoruz. 20 Aralık 2019 tarihinde, Ankara’da, eseri olan İsmail Hakki Tonguç Belgeliği Vakfı’nda dostlarıyla beraber, Sayın Engin Tonguç’u, Koy Enstitüleri düşün dünyasına yaptığı katkıları anılarla birlikte paylaştık, söyleştik.
Engin Tonguç, Milli Eğitim Bakanlığı Ders Araç Gereçleri Müzesi Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ve İlkokul Öğretmeni Nafia Tonguç’un oğlu olarak 1928 yılında Ankara’da doğdu. Sırasıyla Necatibey İlkokulu, Üçüncü Ortaokul ve 1945 yılında da Ankara Atatürk Lisesini tamamladı. Engin Tonguç, 1951 yılında da Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun oldu. Ülkenin ağır kaotik koşulları nedeniyle uzmanlığını, Hamburg Tıp Fakültesi İç Hastalıkları kliniğinde, 1958 yılında yaptı. 1956 yılında da meslektaşı Dr. Müstesna İnay ile Hamburg’ta evlendi. Dr. Engin Tonguç, Köy Enstitülerinin uygulayıcısı, kuramcısı, olan babası İsmail Hakkı Tonguç’un 24 Haziran 1960 tarihinde vefatı sonrası Sabahattin Eyuboğlu yönetiminde çıkmaya başlayan, dönemin önemli yayın organı “İmece” dergisi yayın kurulunda, 1961 yılında da “YÖN” bildirisi imzacıları arasında yer aldı. Köy Enstitüleri kültürel mirasının geleceğe taşınması imecesinde yer alışını “1960’ta babamın ölümünden sonra çocukluk ve gençlik yıllarında tanığı olduğum Köy Enstitüleri konusu ile ilgilenmek durumunda kaldım. Evdeki belgeliğin değerlendirilmesi ve tanıklıktan kaçmamak bunu gerektiriyordu. Bir neden daha vardı: Köy enstitüleri tam anlatılamamış ve anlaşılamamıştı. İçinde çalışanlar bile değişik yorumlar yapıyorlardı. Köy Enstitülerinden yetişenlerle birlikte, çalışmaya başladık. Ben 32 yaşındaydım. Bundan sonra, yaşamım boyunca, Köy Enstitüleri konusu, iş sağlığının yanında ikinci uğraşım olacaktı” ifadeleriyle anlatır.
Engin Tonguç, bu arada SSK kurumlarında iç hastalıkları uzmanı olarak hekimliğini sürdürür ve 1978-1980 yılları arasında da SSK Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapar. 1981 yılında emekli olur ve İzmir’e yerleşir, 1984’te 12 Eylül faşizmine karşı “Aydınlar Dilekçesi”nde yer alır. İzmir’de 2001 yılında kurulan Yeni Kuşak Koy Enstitülüler Derneği (YKKED) imecesine büyük destek verir ve derneğin yayın organı “Yeniden İmece”de yazılar yazar. 2011 yılında da İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı’nın kuruluşuna öncülük eder. Eşi Müstesna Tonguç”un kaybı sonrası sürekli olarak Soma’da yaşayan Engin Tonguç, Soma’da “Müstesna Tonguç Kız Yurdu” yaptırarak Somalı kız öğrencilerin yaşamlarında aydınlık bir sayfa açar. Sayın Engin Tonguç’un onurlu kısa yaşam öyküsü böyle.
Dr. Engin Tonguç, Cumhuriyet dönemi tanıklığını günümüze aktaran önemli bir yazar, düşünür ve bilge bir insandı. Babası İsmail Hakkı Tonguç’un kaybı sonrası halk sağlığı dışında, Köy Enstitüleri de ilgi alanına girdi. Sırasıyla Baba Tonguç’un belgelerinden “Pestalozzi ve Devrim”, “Pestalozzi Çocuklar Köyü”, “Mektuplarla Köy Enstitülü Yıllar” kitaplarını yayına hazırladı. Kendisi de “Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç”, “Umut Yolu”, “Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç” kitaplarını yayınladı.
Sayın Dr. Engin Tonguc, 2001 yılında İzmir`de kurulan ve günümüzde 25 şubesi olan YKKED imecesine çok değerli katkılar yaptı. Derneğin 2003 yılında yayımlamaya başladığı “Yeniden İmece” dergisinin kurumsallaşma surecine yazılarıyla ve önerileriyle çok önemli düşünsel katkılar verdi. Üç aydan üç aya dergiye gelen yazıların değerlendirildiği buluşma yemeklerimiz adeta aydınlanma okulu ve eğitim tarihinde gezintiye dönerdi. Dergide yayımladığı tüm yazılar çok önemliydi. Özellikle “Atatürk ve Köy Enstitüleri”, “İsmet İnönü ve Köy Enstitüleri” yazıları çok önemli tarihsel derinlik ve nesnellik içeriyordu.
YKKED olarak 17 Nisan 2004’te Sayın Engin Tonguç’a “YKKED-Aydınlanma Onur Ödülü” verdiğimizde çok mutluyduk. Ödül gerekçemizin son paragrafında “Siz, yazı ve konuşmalarınızda Köy Enstitüsü gerçeğinin en iyi anlaşılması, dar anlamda bir okulculuğa indirgenmeden incelenmesi, özündeki Atatürk devrimciliğini ileriye götürecek, devrimler sürecini hızlandıracak yurttaşları yetiştirme özelliği üzerinde durdunuz. Saptadığınız gibi insanlar bugün içinde bulunduğumuz çıkmazlardan kurtulmak için yollar ararken, içinde devrimcilik ilkesi de bulunan Atatürkçülüğe dönüş yolunun Köy Enstitüsünden geçtiğini düşünmesinde rolünüz önemlidir” ifadelerini kullanmıştık. Engin Tonguç, tüm Aydınlanma Onur Ödülü törenlerinde, onurla hep yanımızda oldu ve sonraki süreçte 2007 yılında “Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç” kitabının telif haklarını derneğe bağışladı. 2008 yılında Engin Tonguç, arkadaşı Mehmet Başaran’ın deyimiyle “dördüncü yirmi yaşına” girecekti. YKKED olarak yaşamımıza değerler katan Engin Tonguç için bir şeyler yapmalıydık. Kısa bir sürede 20 arkadaş ve dostundan yazılar alarak, Yeniden İmece’de çıkan yazılarını toplayarak editörlüğünü yaptığım “Dr. Engin Tonguç’a 80. Yaş Armağanı: Bilge İmececi” kitabını hazırladık ve onun 80. yaşını kutladık. Armağan kitap ve tören hak edilmiş bir yaşama, duruşa karşı görevimizdi, mutluyduk...
Engin Tonguç, 2011 yılında İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfının kuruluşunu gerçekleştirdi. Yaşamlarımız orada da vakıf yönetim kurulu üyesi olarak örtüştü. Üç ayda bir Soma’daki vakıf toplantılarına büyük bir keyifle gidiyorduk. Bu arada YKKED, İzmir’de imece ile genel merkez binası almaya karar verdi. İki yıllık çalışmalar ve Sayın Engin Tonguç’un çok değerli katkısı ile genel merkez binasını aldık. YKKED-MYK oy birliği ile binanın adını “YKKED Genel Merkezi Dr. Engin Tonguç İmecevi” olarak kararlaştırdı. Engin Amca, açılış gününde çok mutluydu, biz de onun adını mekâna vermekle çok onurlanmıştık.
31 Aralık 2016 günü Soma’da sonsuzluğa uğurladığımız Engin Tonguç, bir ilericiydi, Cumhuriyetçiydi ve devrimciydi. Olağanüstü bir belleğin sahibiydi. İronik anlatım tarzıyla tarihi günümüze bağlardı. Yol gösterici büyük bir birikimdi. Ülkemizde “eğitim hakkı, sağlık hakkı ve aydınlanma” arayışlarında temel referanstı. Sahici bir insandı, dava adamıydı. Hayatlarımızın kesiştiği son 16 yılda ondan çok şey öğrendik.
Son söz, Engin Tonguç emekli olduğunda Türk Tabipler Birliği Başkanı Erdal Atabek’in Dr. Engin Tonguç’a yazdığı mesajda “…Genel Müdür Yardımcılığı görevinizi, hiç değişmeyen doğru ilkelerle, her koşulda inançlarınızı eyleme geçirerek, işçiden, emekçiden, çalışandan yana, meslek örgütümüzle yakın dayanışma içinde yürüttünüz. Hepimize ve sizden sonra bu göreve geleceklere, inançlı ve namuslu insanların yönetim görevine geldiklerinde nasıl hareket etmeleri gerektiğinin kalıcı bir örneğini verdiniz. Yönetimi demokratikleştirmenin uygulamalı dersini verdiniz. Görev anlayışınızın ve uğraş verdiğiniz amaçların hepimizi etkileyen bir onur savaşımı olduğunu bilmenizi istiyoruz. Bütün çalışma döneminizde bizim onurlu bir temsilcimiz oldunuz. Sizinle onur duyuyoruz.”
Bizler de Dr. Engin Tonguç’la hep onur duyuyoruz… Anısına saygıyla...
4 Ocak 2020
ARAMIZDAN AYRILIŞININ 3. YILINDA DR. ENGİN TONGUÇ
“Uygarlık, eşitlik, hakçasına paylaşılacak bir bolluk ve mutluluk getirecek bir Cumhuriyet’e inanmış bir kuşaktık. Ne var ki, ülkenin çalışma yaşamına katıldığımız yıllarda, kendimizi giderek hızlanan bir bozulma, bir yozlaşma sürecinde bulduk. Çalışma yaşamımız bunun içinde, inançlarımız doğrultusunda çırpınıp durmakla geçti. Onun için bu anılarda sevinçlerden çok düş kırıklıkları, mutluluklardan çok acılar vardır. Ama yeniden yaşama olanağı bulunsaydı, tüm olumsuz koşullara karşın, yaşam hakkımı ben yine böyle kullanırdım.”
Yukarıdaki özgün ifadeler Cumhuriyet devrimcisi Dr. Engin Tonguç’un “Umut Yolu” kitabında kendi kaleminden yaşam öyküsünün özeti. 1928-Ankara doğumlu Dr. Engin Tonguc, onurlu bir yasam ve yapıtlar bırakarak 30 Aralık 2016 tarihinde aramızdan ayrıldı ve onu dostlarıyla beraber 31 Aralık 2016 tarihinde Soma’da sonsuzluğa uğurladık. Aramızdan ayrılışının üçüncü yılında “eğitim hakkı, sağlık hakkı ve aydınlanma” penceresinden onu bir kez daha hatırlayarak emeğini selamlıyoruz. 20 Aralık 2019 tarihinde, Ankara’da, eseri olan İsmail Hakki Tonguç Belgeliği Vakfı’nda dostlarıyla beraber, Sayın Engin Tonguç’u, Koy Enstitüleri düşün dünyasına yaptığı katkıları anılarla birlikte paylaştık, söyleştik.
Engin Tonguç, Milli Eğitim Bakanlığı Ders Araç Gereçleri Müzesi Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ve İlkokul Öğretmeni Nafia Tonguç’un oğlu olarak 1928 yılında Ankara’da doğdu. Sırasıyla Necatibey İlkokulu, Üçüncü Ortaokul ve 1945 yılında da Ankara Atatürk Lisesini tamamladı. Engin Tonguç, 1951 yılında da Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun oldu. Ülkenin ağır kaotik koşulları nedeniyle uzmanlığını, Hamburg Tıp Fakültesi İç Hastalıkları kliniğinde, 1958 yılında yaptı. 1956 yılında da meslektaşı Dr. Müstesna İnay ile Hamburg’ta evlendi. Dr. Engin Tonguç, Köy Enstitülerinin uygulayıcısı, kuramcısı, olan babası İsmail Hakkı Tonguç’un 24 Haziran 1960 tarihinde vefatı sonrası Sabahattin Eyuboğlu yönetiminde çıkmaya başlayan, dönemin önemli yayın organı “İmece” dergisi yayın kurulunda, 1961 yılında da “YÖN” bildirisi imzacıları arasında yer aldı. Köy Enstitüleri kültürel mirasının geleceğe taşınması imecesinde yer alışını “1960’ta babamın ölümünden sonra çocukluk ve gençlik yıllarında tanığı olduğum Köy Enstitüleri konusu ile ilgilenmek durumunda kaldım. Evdeki belgeliğin değerlendirilmesi ve tanıklıktan kaçmamak bunu gerektiriyordu. Bir neden daha vardı: Köy enstitüleri tam anlatılamamış ve anlaşılamamıştı. İçinde çalışanlar bile değişik yorumlar yapıyorlardı. Köy Enstitülerinden yetişenlerle birlikte, çalışmaya başladık. Ben 32 yaşındaydım. Bundan sonra, yaşamım boyunca, Köy Enstitüleri konusu, iş sağlığının yanında ikinci uğraşım olacaktı” ifadeleriyle anlatır.
Engin Tonguç, bu arada SSK kurumlarında iç hastalıkları uzmanı olarak hekimliğini sürdürür ve 1978-1980 yılları arasında da SSK Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapar. 1981 yılında emekli olur ve İzmir’e yerleşir, 1984’te 12 Eylül faşizmine karşı “Aydınlar Dilekçesi”nde yer alır. İzmir’de 2001 yılında kurulan Yeni Kuşak Koy Enstitülüler Derneği (YKKED) imecesine büyük destek verir ve derneğin yayın organı “Yeniden İmece”de yazılar yazar. 2011 yılında da İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı’nın kuruluşuna öncülük eder. Eşi Müstesna Tonguç”un kaybı sonrası sürekli olarak Soma’da yaşayan Engin Tonguç, Soma’da “Müstesna Tonguç Kız Yurdu” yaptırarak Somalı kız öğrencilerin yaşamlarında aydınlık bir sayfa açar. Sayın Engin Tonguç’un onurlu kısa yaşam öyküsü böyle.
Dr. Engin Tonguç, Cumhuriyet dönemi tanıklığını günümüze aktaran önemli bir yazar, düşünür ve bilge bir insandı. Babası İsmail Hakkı Tonguç’un kaybı sonrası halk sağlığı dışında, Köy Enstitüleri de ilgi alanına girdi. Sırasıyla Baba Tonguç’un belgelerinden “Pestalozzi ve Devrim”, “Pestalozzi Çocuklar Köyü”, “Mektuplarla Köy Enstitülü Yıllar” kitaplarını yayına hazırladı. Kendisi de “Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç”, “Umut Yolu”, “Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç” kitaplarını yayınladı.
Sayın Dr. Engin Tonguc, 2001 yılında İzmir`de kurulan ve günümüzde 25 şubesi olan YKKED imecesine çok değerli katkılar yaptı. Derneğin 2003 yılında yayımlamaya başladığı “Yeniden İmece” dergisinin kurumsallaşma surecine yazılarıyla ve önerileriyle çok önemli düşünsel katkılar verdi. Üç aydan üç aya dergiye gelen yazıların değerlendirildiği buluşma yemeklerimiz adeta aydınlanma okulu ve eğitim tarihinde gezintiye dönerdi. Dergide yayımladığı tüm yazılar çok önemliydi. Özellikle “Atatürk ve Köy Enstitüleri”, “İsmet İnönü ve Köy Enstitüleri” yazıları çok önemli tarihsel derinlik ve nesnellik içeriyordu.
YKKED olarak 17 Nisan 2004’te Sayın Engin Tonguç’a “YKKED-Aydınlanma Onur Ödülü” verdiğimizde çok mutluyduk. Ödül gerekçemizin son paragrafında “Siz, yazı ve konuşmalarınızda Köy Enstitüsü gerçeğinin en iyi anlaşılması, dar anlamda bir okulculuğa indirgenmeden incelenmesi, özündeki Atatürk devrimciliğini ileriye götürecek, devrimler sürecini hızlandıracak yurttaşları yetiştirme özelliği üzerinde durdunuz. Saptadığınız gibi insanlar bugün içinde bulunduğumuz çıkmazlardan kurtulmak için yollar ararken, içinde devrimcilik ilkesi de bulunan Atatürkçülüğe dönüş yolunun Köy Enstitüsünden geçtiğini düşünmesinde rolünüz önemlidir” ifadelerini kullanmıştık. Engin Tonguç, tüm Aydınlanma Onur Ödülü törenlerinde, onurla hep yanımızda oldu ve sonraki süreçte 2007 yılında “Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç” kitabının telif haklarını derneğe bağışladı. 2008 yılında Engin Tonguç, arkadaşı Mehmet Başaran’ın deyimiyle “dördüncü yirmi yaşına” girecekti. YKKED olarak yaşamımıza değerler katan Engin Tonguç için bir şeyler yapmalıydık. Kısa bir sürede 20 arkadaş ve dostundan yazılar alarak, Yeniden İmece’de çıkan yazılarını toplayarak editörlüğünü yaptığım “Dr. Engin Tonguç’a 80. Yaş Armağanı: Bilge İmececi” kitabını hazırladık ve onun 80. yaşını kutladık. Armağan kitap ve tören hak edilmiş bir yaşama, duruşa karşı görevimizdi, mutluyduk...
Engin Tonguç, 2011 yılında İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfının kuruluşunu gerçekleştirdi. Yaşamlarımız orada da vakıf yönetim kurulu üyesi olarak örtüştü. Üç ayda bir Soma’daki vakıf toplantılarına büyük bir keyifle gidiyorduk. Bu arada YKKED, İzmir’de imece ile genel merkez binası almaya karar verdi. İki yıllık çalışmalar ve Sayın Engin Tonguç’un çok değerli katkısı ile genel merkez binasını aldık. YKKED-MYK oy birliği ile binanın adını “YKKED Genel Merkezi Dr. Engin Tonguç İmecevi” olarak kararlaştırdı. Engin Amca, açılış gününde çok mutluydu, biz de onun adını mekâna vermekle çok onurlanmıştık.
31 Aralık 2016 günü Soma’da sonsuzluğa uğurladığımız Engin Tonguç, bir ilericiydi, Cumhuriyetçiydi ve devrimciydi. Olağanüstü bir belleğin sahibiydi. İronik anlatım tarzıyla tarihi günümüze bağlardı. Yol gösterici büyük bir birikimdi. Ülkemizde “eğitim hakkı, sağlık hakkı ve aydınlanma” arayışlarında temel referanstı. Sahici bir insandı, dava adamıydı. Hayatlarımızın kesiştiği son 16 yılda ondan çok şey öğrendik.
Son söz, Engin Tonguç emekli olduğunda Türk Tabipler Birliği Başkanı Erdal Atabek’in Dr. Engin Tonguç’a yazdığı mesajda “…Genel Müdür Yardımcılığı görevinizi, hiç değişmeyen doğru ilkelerle, her koşulda inançlarınızı eyleme geçirerek, işçiden, emekçiden, çalışandan yana, meslek örgütümüzle yakın dayanışma içinde yürüttünüz. Hepimize ve sizden sonra bu göreve geleceklere, inançlı ve namuslu insanların yönetim görevine geldiklerinde nasıl hareket etmeleri gerektiğinin kalıcı bir örneğini verdiniz. Yönetimi demokratikleştirmenin uygulamalı dersini verdiniz. Görev anlayışınızın ve uğraş verdiğiniz amaçların hepimizi etkileyen bir onur savaşımı olduğunu bilmenizi istiyoruz. Bütün çalışma döneminizde bizim onurlu bir temsilcimiz oldunuz. Sizinle onur duyuyoruz.”
Bizler de Dr. Engin Tonguç’la hep onur duyuyoruz… Anısına saygıyla...
Güzel Yücel Gier
1 Şubat 2018
Engin Amca'nın (Tonguç) Ardından Kaynak: Dağarcık Türkiye dagarcikturkiye.com
1.2.2018
Engin Amca çok sevdiğim kitabı Umut Yolu’nun önsözünde “neden anı yazılır?” demişti. Ben de şimdi kendime “neden insan sevdiğini anlatır?” diye soruyorum.
Engin Tonguç ismini hep duymuştum. Ama ilk defa onu Köy Enstitülerini anlatan fotoğraf sergisinden hatırlıyorum. Sergisini İzmir Tabipler odasında açmıştı. Zannediyorum 25 sene önceydi. Öyle sistemli bir şekilde hazırlanmış bir sergiydi ki hiçbir şey rastgele değildi. Bilim adamı olarak nasıl Köy Enstitüleri aktarılır ilk o zaman o sadeliği içinde anlatırken hatırlıyorum. Abartısız ama verilebilecek mesajın ve yapılan işin ne kadar etkili olduğunu karşısındaki insana geçirebilen bir dili vardı. Uzun boylu, sakin tane tane konuşan bir o kadar detayları seven, ince muzip Türkçesi ile kendine özgü mizah anlaşıyla güldüren Engin Tonguç. Bu tutarlı insanın çalkantılı günü gününe uymayan en ufak bir ilerlemede ayağa kalkan bir yönetim anlayışının olduğu bir ülkeden geldiğine inanmak gerçekten kolay değildi. Engin Tonguç cumhuriyetin en önemli reformuna, Köy Enstitülerinin kuruluşuna şahitlik etmiş bunu hayatı boyunca en duru ve doğru şekilde aktarmış bir kişi. Aynı zamanda doktor olan Engin Tonguç hep ıskalanan meslek hekimliğini meslek yaşamı boyunca savunmuş ve uygulanması için çalışmış. Engin Tonguç Ankara Tıp Fakültesini bitirdikten sonra Hamburg Tıp Fakültesinde İç Hastalıkları Uzmanı olur. SSK hastane hekimliği, SSK Genel Müdür Yardımcılığı yapar. Ayrıca iş hekimliğinin geliştirilmesi Meslek Hastalıkları Hastaneleri kurulması içinde uğraş vermiş bir hekim. Onu sayfalara sığdırmak zor. Ama zor olsa da onu tanımanın onurunu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Akrabalığımız yok. Ama bundan belki de daha önemlisi dedemin, Engin Tonguç’un babası ile başlayan, babamla, Can Yücel, ile bugüne süregelen bağı. Cumhuriyetin kuruluşu ile başlayan eğitimdeki reformların oluşturulmasında ve hayata geçirilmesindeki birliktelik. Dedem Hasan Ali Yücel ve Engin Tonguç’un babası İsmail Hakkı Tonguç ile başlayıp çocuklarına ve torunlarınla süren bir yolculuk. En son anımsadığım Engin Tonguç ve Can Yücel’in Karşıyaka’da Köy Enstitülerini anlatan panelleri idi. Daha sonra Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneğinin kurulması sürecinde ben de kendi payıma Engin Tonguç’u daha yakından tanıma fırsatını buldum. Dernek sayesinde Köy Enstitüleri kuruluşunun hangi temellere oturduğu, hangi ilkeler esasında çalıştığı eğitim ile toplumu nasıl dönüştürdüğünü, tartışarak öğrendik. Engin Amca bu tartışmalarda yer alırken köy enstitülerini tarihi süreçte nasıl yer aldığını belgeleriyle açıklayarak şimdi İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfının temellerini atıyordu.
Eğitim alanında çalışan ve meslek lisesi çıkışlı biri olarak da Köy Enstitüleri ile yolum bir şekilde mesleki anlamda da çakıştı. Bu arada Denizcilik Meslek Lisesi’nin ilk mezunu olarak hep gurur duymuşumdur. Köy Enstitülerinin kurucuları İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Âli Yücel hayatları boyunca yaptıklarını, düşündüklerini, kağıda aktarmışlardır. Bu gelenek hem yetiştirdikleri öğrencilerde hem de kendi çocuklarında devam etmiştir. Özellikle Engin Tonguç bu eğitim projesinin Cumhuriyetin en önemli hayata geçmiş bu projesini hem yazarak hem de anlatarak ömrü boyunca bizlere aktarmayı bir görev bilmiştir. Eğitim memleketimizde kangren olmuş bir halde. Devamlı söylendiği gibi Enstitüler kırklı yıllardaki bütünsellik içinde ve doğru tahliller sonucu Türkiye koşullarına uygun altyapısı ve programıyla devam etseydi bir sürü konu gibi eğitimde çözülebilecekti. Eğitimde sağlıkta tarımda daha bir sürü konuda kanunların yasal düzenlenmelerin hızla değiştiği gündemin apar topar başka konulara kaydığı bir ülkede yaşıyoruz. Engin Amca bu kaygan zeminli memlekette bir ağaç gibi düşünce erozyonunu engellemeye çalışırdı. Geçmişteki deneyimlerini sakin sakin anlatmaya çalışan bir insanı tanıdığım için kendimi şanslı sayıyorum. İsmail Hakkı Belgeliğini kurduğunda tüm Köy Enstitüleri ile ilgili belgeleri, fotoğrafları basılı basılmamış belgeleri burada toplamaya aklına koymuştu.
Yazıyı kaleme aldığımda denizde bir yandan çalışma yapıyoruz. Ege’de açıkta fırtına patlamış vaziyette. Ben İzmir Körfez’de nispeten sakin olan denizde sallanarak yazmaya çalışıyorum. Engin Amca hep işimle ilgili sorular sorardı. Denizde yapılan araştırmaları ve araştırmaları merak ederdi. Körfez’in ortasından Engin Amcama buradan kucak dolusu sevgilerimi yolluyorum. Rüzgâr iyi ki seni tanımışım diye kulağıma fısıldıyor.
1 Şubat 2018
Engin Amca'nın (Tonguç) Ardından Kaynak: Dağarcık Türkiye dagarcikturkiye.com
1.2.2018
Engin Amca çok sevdiğim kitabı Umut Yolu’nun önsözünde “neden anı yazılır?” demişti. Ben de şimdi kendime “neden insan sevdiğini anlatır?” diye soruyorum.
Engin Tonguç ismini hep duymuştum. Ama ilk defa onu Köy Enstitülerini anlatan fotoğraf sergisinden hatırlıyorum. Sergisini İzmir Tabipler odasında açmıştı. Zannediyorum 25 sene önceydi. Öyle sistemli bir şekilde hazırlanmış bir sergiydi ki hiçbir şey rastgele değildi. Bilim adamı olarak nasıl Köy Enstitüleri aktarılır ilk o zaman o sadeliği içinde anlatırken hatırlıyorum. Abartısız ama verilebilecek mesajın ve yapılan işin ne kadar etkili olduğunu karşısındaki insana geçirebilen bir dili vardı. Uzun boylu, sakin tane tane konuşan bir o kadar detayları seven, ince muzip Türkçesi ile kendine özgü mizah anlaşıyla güldüren Engin Tonguç. Bu tutarlı insanın çalkantılı günü gününe uymayan en ufak bir ilerlemede ayağa kalkan bir yönetim anlayışının olduğu bir ülkeden geldiğine inanmak gerçekten kolay değildi. Engin Tonguç cumhuriyetin en önemli reformuna, Köy Enstitülerinin kuruluşuna şahitlik etmiş bunu hayatı boyunca en duru ve doğru şekilde aktarmış bir kişi. Aynı zamanda doktor olan Engin Tonguç hep ıskalanan meslek hekimliğini meslek yaşamı boyunca savunmuş ve uygulanması için çalışmış. Engin Tonguç Ankara Tıp Fakültesini bitirdikten sonra Hamburg Tıp Fakültesinde İç Hastalıkları Uzmanı olur. SSK hastane hekimliği, SSK Genel Müdür Yardımcılığı yapar. Ayrıca iş hekimliğinin geliştirilmesi Meslek Hastalıkları Hastaneleri kurulması içinde uğraş vermiş bir hekim. Onu sayfalara sığdırmak zor. Ama zor olsa da onu tanımanın onurunu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Akrabalığımız yok. Ama bundan belki de daha önemlisi dedemin, Engin Tonguç’un babası ile başlayan, babamla, Can Yücel, ile bugüne süregelen bağı. Cumhuriyetin kuruluşu ile başlayan eğitimdeki reformların oluşturulmasında ve hayata geçirilmesindeki birliktelik. Dedem Hasan Ali Yücel ve Engin Tonguç’un babası İsmail Hakkı Tonguç ile başlayıp çocuklarına ve torunlarınla süren bir yolculuk. En son anımsadığım Engin Tonguç ve Can Yücel’in Karşıyaka’da Köy Enstitülerini anlatan panelleri idi. Daha sonra Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneğinin kurulması sürecinde ben de kendi payıma Engin Tonguç’u daha yakından tanıma fırsatını buldum. Dernek sayesinde Köy Enstitüleri kuruluşunun hangi temellere oturduğu, hangi ilkeler esasında çalıştığı eğitim ile toplumu nasıl dönüştürdüğünü, tartışarak öğrendik. Engin Amca bu tartışmalarda yer alırken köy enstitülerini tarihi süreçte nasıl yer aldığını belgeleriyle açıklayarak şimdi İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfının temellerini atıyordu.
Eğitim alanında çalışan ve meslek lisesi çıkışlı biri olarak da Köy Enstitüleri ile yolum bir şekilde mesleki anlamda da çakıştı. Bu arada Denizcilik Meslek Lisesi’nin ilk mezunu olarak hep gurur duymuşumdur. Köy Enstitülerinin kurucuları İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Âli Yücel hayatları boyunca yaptıklarını, düşündüklerini, kağıda aktarmışlardır. Bu gelenek hem yetiştirdikleri öğrencilerde hem de kendi çocuklarında devam etmiştir. Özellikle Engin Tonguç bu eğitim projesinin Cumhuriyetin en önemli hayata geçmiş bu projesini hem yazarak hem de anlatarak ömrü boyunca bizlere aktarmayı bir görev bilmiştir. Eğitim memleketimizde kangren olmuş bir halde. Devamlı söylendiği gibi Enstitüler kırklı yıllardaki bütünsellik içinde ve doğru tahliller sonucu Türkiye koşullarına uygun altyapısı ve programıyla devam etseydi bir sürü konu gibi eğitimde çözülebilecekti. Eğitimde sağlıkta tarımda daha bir sürü konuda kanunların yasal düzenlenmelerin hızla değiştiği gündemin apar topar başka konulara kaydığı bir ülkede yaşıyoruz. Engin Amca bu kaygan zeminli memlekette bir ağaç gibi düşünce erozyonunu engellemeye çalışırdı. Geçmişteki deneyimlerini sakin sakin anlatmaya çalışan bir insanı tanıdığım için kendimi şanslı sayıyorum. İsmail Hakkı Belgeliğini kurduğunda tüm Köy Enstitüleri ile ilgili belgeleri, fotoğrafları basılı basılmamış belgeleri burada toplamaya aklına koymuştu.
Yazıyı kaleme aldığımda denizde bir yandan çalışma yapıyoruz. Ege’de açıkta fırtına patlamış vaziyette. Ben İzmir Körfez’de nispeten sakin olan denizde sallanarak yazmaya çalışıyorum. Engin Amca hep işimle ilgili sorular sorardı. Denizde yapılan araştırmaları ve araştırmaları merak ederdi. Körfez’in ortasından Engin Amcama buradan kucak dolusu sevgilerimi yolluyorum. Rüzgâr iyi ki seni tanımışım diye kulağıma fısıldıyor.
Işık Kansu
12 Şubat 2017
Engin Amcam...
Fotoğraflar yalnızca bir anı dondurur. Dondurduğuna inanmıyorum ben, yaşatıyor aslında.
Belgeliğimdeki bir fotoğrafın rengi, Ankara toprağının kendine özgü damarlı taşları gibi sararmış. Etlik’te, dedemin bağında çekilmiş. Babam, Arman amcam ve Engin amcam, çocukluğun engin bozkırından gülümsüyorlar bana. Tepelerinde Etiler’den kalma güneş. Bağ arabasını epeydir itiyor olmalılar, belli yorulmuşlar…
Yıllar sonra ben de binmiştim o küçük tahtadan yapılmış, tekerleği gıcırtılı küçük el arabasına…
O fotoğraf, iki komşunun, iki yakın dostun ve akrabanın çocuklarının fotoğrafı aynı zamanda.
Dedem ile İsmail Hakkı beyin eşleri kardeş, bağları birbirine sınır.
Dostlukları desen, devrimciliğin fırınında pişmiş. Ekmek kadar sıcak, kuruluşuna omuz verdikleri Cumhuriyet kadar taze…
Okuduklarımdan, anlatılanlardan öğrendiğim kadarıyla dedem ile İsmail Hakkı bey, kişilik olarak da birbirlerine benziyorlar:
Sorumluluk üstlenmekte ve atılım gerçekleştirmekte gözü pekler. Bilgili ve donanımlılar. Ama, o ölçüde alçakgönüllüler. Bürokrat değil, halkçı yanları ağır basıyor. Aydın anlamında önderler, ama önde görünmeyi sevmiyorlar. Yurda yararlı olacak, hizmet edecek iyi insanları seçmek ve yetiştirmek neredeyse yaşamlarının ana amacı olmuş…
Ve kimliklerinin en başat yanı: Dürüst ve ilkeliler. Eğilip bükülmüyor, rüzgârgülü olmuyorlar hiç…
İşte o iki Cumhuriyetçi insanın has çocuklarıdır babam ile Engin amcam.
İnsan, babası ve amcası konusunda nesnel olabilir mi?
Olamaz, ama duygusal yanı ağır bassa da, bildiğini söyler.
Engin amcamın yaşamı, hekimliği, üstlendiği görevler, kitapları, yazıları, çabaları gözümün önünden geçip giderken diyorum ki:
Kimi çocuklar, babalarının aynasıdır.
Engin amcam da öyledir: Tonguç babanın oğludur!
Şimdilerde, değil mumla, ışıldakla bile aransa bulunamayacak insanlardandır Engin amcam.
Neredeyse tümü yurt ve yurt insanı için örülmüş bir ömür düşünün.
Bir yanda bilgisizlik içinde çırpınan bir halk, öbür yanda bilisizliği her türlü çıkara dönüştürmede beceri sahibi kara yürekli cambazlar.
Aydınlanma için, sağaltım için edinilmiş tüm beceriler ise; bir hüzün, umarsızlık ve öfke tanıklığında soluksuz, tıkanır kalır.
Engin amcamın sağlam gözlemlere dayanan hekimlik anıları, bir yurtseverin ağıdı gibidir. Örneğin, “Sağlık Yazıları” adlı kitabında yer verdiği şu anı:
“Köylerde bizim en büyük hasmımız ihtiyar ninelerdir. Bunlar hurafelerin, batıl inanışların kuşaktan kuşağa aktarıcıdırlar. Yeniliğe, bilmediklerine kıyasıya düşmandırlar. Süt çocuğu yaz ishaline tutulmuştur, siz ‘Aman suyu kesmeyin” diye yakarırsınız, nine su verdirmez. Yaz ayları köylerin kenarlarında papatya tarlası gibi bitiveren küçük mezarlar, insanın içini paralar. Bu nineler yeni doğurmuş gelini boka oturturlar. Hiç tetanostan ölen insan gördünüz mü? Bilinç, sonuna kadar kaybolmaz. Bağıra bağıra, öleceğini bile bile gider taze gelin.
Kötü yere bastı, cin çarptı, iyi saatte olsunları kızdırdı. Hastalık böyle gelir insana. Kim demiş lâğımdan tifo geçti, sivrisinek sıtma getirdi diye. Soysunlar, hepsi muskalıdır. Muskanın ne çeşitleri var, üç köşelisi, dört köşelisi, meşin, teneke mahfazalısı.
İşte efendimiz köylünün sağlık durumu, sağlığına karşı tutumu kabataslak budur. Zavallı millet, zavallı Sağlık Bakanlığı!”
Engin amcamın dilinden, bir başka “zavallılık” öyküsü daha dinlemiştim.
Reşat Şemsettin Sirer, 1946’da Milli Eğitim Bakanı yapılır yapılmaz demiş ki:
“İsmail Hakkı Tonguç’un yaptıklarının ve Köy Enstitülerinin belini kıracağım.”
Sonrasını Engin amcam şöyle anlatmıştı:
“Yıl 1953’tü. Sirer, bir jiple Sivas’ın Göleriz köyüne giderken aracı virajı alamayarak uçuruma yuvarlandı. Sirer’in göğsü ezildi, beli kırıldı.
Babam o gün, Sirer’in ölüm haberini radyodaki ajans haberlerinden duymuş, bir süre susmuş, sonra da ‘Zavallı Reşat!’ demişti.”
Yıllardır zavallıların, Cumhuriyet kazanımlarının belini kırmak için yönettiği bir ülkedir Türkiye
Engin amcamın yaşamı boyunca tüm çabası, tıpkı Tonguç Baba gibi, zavallı milleti, zavallı cambazlıklardan kurtarmak olmuştur. Bu konuda sorumluluk yüklenmekten çekinmez Engin amcam. 1978’de üstlendiği SSK Genel Müdür Yardımcılığı böyle bir görevdir. Emeğin ve doğru olanın yanında iyi niyet ve üstün bir gayretle sürdürdüğü bu görevi de, bozuk düzen çarkları arasında ezilir.
Başta Sabahattin Eyüboğlu olmak üzere dostları, arkadaşları ile birlikte gece yarılarına kadar çalışarak çıkardığı İmece dergisi de Engin amcamın, yaşadıklarını düşüncenin tavına vurmasıdır bir anlamda.
Engin amcam, bu ülkenin yüz akıdır. Babası gibi…
12 Şubat 2017
Engin Amcam...
Fotoğraflar yalnızca bir anı dondurur. Dondurduğuna inanmıyorum ben, yaşatıyor aslında.
Belgeliğimdeki bir fotoğrafın rengi, Ankara toprağının kendine özgü damarlı taşları gibi sararmış. Etlik’te, dedemin bağında çekilmiş. Babam, Arman amcam ve Engin amcam, çocukluğun engin bozkırından gülümsüyorlar bana. Tepelerinde Etiler’den kalma güneş. Bağ arabasını epeydir itiyor olmalılar, belli yorulmuşlar…
Yıllar sonra ben de binmiştim o küçük tahtadan yapılmış, tekerleği gıcırtılı küçük el arabasına…
O fotoğraf, iki komşunun, iki yakın dostun ve akrabanın çocuklarının fotoğrafı aynı zamanda.
Dedem ile İsmail Hakkı beyin eşleri kardeş, bağları birbirine sınır.
Dostlukları desen, devrimciliğin fırınında pişmiş. Ekmek kadar sıcak, kuruluşuna omuz verdikleri Cumhuriyet kadar taze…
Okuduklarımdan, anlatılanlardan öğrendiğim kadarıyla dedem ile İsmail Hakkı bey, kişilik olarak da birbirlerine benziyorlar:
Sorumluluk üstlenmekte ve atılım gerçekleştirmekte gözü pekler. Bilgili ve donanımlılar. Ama, o ölçüde alçakgönüllüler. Bürokrat değil, halkçı yanları ağır basıyor. Aydın anlamında önderler, ama önde görünmeyi sevmiyorlar. Yurda yararlı olacak, hizmet edecek iyi insanları seçmek ve yetiştirmek neredeyse yaşamlarının ana amacı olmuş…
Ve kimliklerinin en başat yanı: Dürüst ve ilkeliler. Eğilip bükülmüyor, rüzgârgülü olmuyorlar hiç…
İşte o iki Cumhuriyetçi insanın has çocuklarıdır babam ile Engin amcam.
İnsan, babası ve amcası konusunda nesnel olabilir mi?
Olamaz, ama duygusal yanı ağır bassa da, bildiğini söyler.
Engin amcamın yaşamı, hekimliği, üstlendiği görevler, kitapları, yazıları, çabaları gözümün önünden geçip giderken diyorum ki:
Kimi çocuklar, babalarının aynasıdır.
Engin amcam da öyledir: Tonguç babanın oğludur!
Şimdilerde, değil mumla, ışıldakla bile aransa bulunamayacak insanlardandır Engin amcam.
Neredeyse tümü yurt ve yurt insanı için örülmüş bir ömür düşünün.
Bir yanda bilgisizlik içinde çırpınan bir halk, öbür yanda bilisizliği her türlü çıkara dönüştürmede beceri sahibi kara yürekli cambazlar.
Aydınlanma için, sağaltım için edinilmiş tüm beceriler ise; bir hüzün, umarsızlık ve öfke tanıklığında soluksuz, tıkanır kalır.
Engin amcamın sağlam gözlemlere dayanan hekimlik anıları, bir yurtseverin ağıdı gibidir. Örneğin, “Sağlık Yazıları” adlı kitabında yer verdiği şu anı:
“Köylerde bizim en büyük hasmımız ihtiyar ninelerdir. Bunlar hurafelerin, batıl inanışların kuşaktan kuşağa aktarıcıdırlar. Yeniliğe, bilmediklerine kıyasıya düşmandırlar. Süt çocuğu yaz ishaline tutulmuştur, siz ‘Aman suyu kesmeyin” diye yakarırsınız, nine su verdirmez. Yaz ayları köylerin kenarlarında papatya tarlası gibi bitiveren küçük mezarlar, insanın içini paralar. Bu nineler yeni doğurmuş gelini boka oturturlar. Hiç tetanostan ölen insan gördünüz mü? Bilinç, sonuna kadar kaybolmaz. Bağıra bağıra, öleceğini bile bile gider taze gelin.
Kötü yere bastı, cin çarptı, iyi saatte olsunları kızdırdı. Hastalık böyle gelir insana. Kim demiş lâğımdan tifo geçti, sivrisinek sıtma getirdi diye. Soysunlar, hepsi muskalıdır. Muskanın ne çeşitleri var, üç köşelisi, dört köşelisi, meşin, teneke mahfazalısı.
İşte efendimiz köylünün sağlık durumu, sağlığına karşı tutumu kabataslak budur. Zavallı millet, zavallı Sağlık Bakanlığı!”
Engin amcamın dilinden, bir başka “zavallılık” öyküsü daha dinlemiştim.
Reşat Şemsettin Sirer, 1946’da Milli Eğitim Bakanı yapılır yapılmaz demiş ki:
“İsmail Hakkı Tonguç’un yaptıklarının ve Köy Enstitülerinin belini kıracağım.”
Sonrasını Engin amcam şöyle anlatmıştı:
“Yıl 1953’tü. Sirer, bir jiple Sivas’ın Göleriz köyüne giderken aracı virajı alamayarak uçuruma yuvarlandı. Sirer’in göğsü ezildi, beli kırıldı.
Babam o gün, Sirer’in ölüm haberini radyodaki ajans haberlerinden duymuş, bir süre susmuş, sonra da ‘Zavallı Reşat!’ demişti.”
Yıllardır zavallıların, Cumhuriyet kazanımlarının belini kırmak için yönettiği bir ülkedir Türkiye
Engin amcamın yaşamı boyunca tüm çabası, tıpkı Tonguç Baba gibi, zavallı milleti, zavallı cambazlıklardan kurtarmak olmuştur. Bu konuda sorumluluk yüklenmekten çekinmez Engin amcam. 1978’de üstlendiği SSK Genel Müdür Yardımcılığı böyle bir görevdir. Emeğin ve doğru olanın yanında iyi niyet ve üstün bir gayretle sürdürdüğü bu görevi de, bozuk düzen çarkları arasında ezilir.
Başta Sabahattin Eyüboğlu olmak üzere dostları, arkadaşları ile birlikte gece yarılarına kadar çalışarak çıkardığı İmece dergisi de Engin amcamın, yaşadıklarını düşüncenin tavına vurmasıdır bir anlamda.
Engin amcam, bu ülkenin yüz akıdır. Babası gibi…
Işık Kansu
05 Eylül 2015 Cumartesi
Orda bir köy var
Arkadaşımız Çiğdem Toker, yurtsever şair Ahmet Kutsi Tecer’in “Orda Bir Köy Var Uzakta” şiiri ile ilgili özetle şu yorumu yaptı köşesinde:
“Bir okul şarkısı öğrettilerdi bize çocukken; marş ritminde.
‘Tral-lal-lal-lal-laaa’ diye başlar, gitmesek de görmesek de bizim olan köylerden söz ederdi.
Gitmesek de görmesek de uzaktaki bütün köylerin bizim olacağını vaz eden bu şarkının, devlete tapınma kültürünün esaslı tuğlalarından biri olduğunu, henüz bilmiyorduk.”
Ahmet Kutsi Tecer’in o şiiri yazış öyküsünü, olaya tanıklık eden Prof. Dr. Asım Mutlu; gazetemizin 23 Haziran 1988 tarihli sayısında yayımlanan “Eğitimimizde Tonguç ve Köy Enstitüleri” başlıklı makalesinde anlatmıştı.
1941’de İsmail Hakkı Tonguç, Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü’nü ziyarete gider. Yanında, köy okulları ve öğretmenevlerinin tasarımlarını çizen mimar Asım Mutlu ile şair Ahmet Kutsi Tecer ve o sırada İstanbul Tıp Fakültesi öğrencisi olan Ceyhun Atuf Kansu da vardır. Ilgaz Dağı’nda yemek yer, bir iki köye uğrarlar. Sonrasını Asım Mutlu şöyle anlatır:
“Ben, köy evlerinin üstü örtülü açık sofalarını gösteriyor ve binaların yalıngüzelliğini dile getirmeye çalışıyordum. Otomobille giderken görünüp kaybolan köylere gözü takılan Tecer’in dudaklarından dizeler dökülmeye başlamıştı: ‘Orda bir köy var uzakta/O köy bizim köyümüzdür’ ünlü şiirini orada yazmış ve yayımladığı zaman onu bize, yol arkadaşlarına ithaf etmişti.”
Ceyhun Atuf Kansu ise o geziye ilişkin gözlemlerini de aktardığı “Cumhuriyet Bayrağı Altında” adlı kitabında, İsmail Hakkı Tonguç’un Gölköy Köy Enstitüsü’ndeki davranışlarını şöyle betimler:
“İlk orada, ülküsünün yalnızca bir eğitim kurumu yaratmak olmadığını anladım.Türkiye’nin temel sorununa bakıyordu. Bir devrimci, bir köy devrimcisi gibi. O geceki konuşmasında bir devrimcinin sesini aldım. Öğretmenler ve yöneticiler ne de olsa bir gelenekten (çürümüş Osmanlı geleneğini kastediyor. I.K) geliyorlardı. Tonguç, bu geleneğe vuruyor, kıyasıya eleştiriyor, kıyasıya sarsıyordu.”
Cumhuriyetçilerin atılımcı coşkularını, yurtseverliklerini, halkçı, toplumcu yanlarını yansıtan böyle bir ortamda yazılmış bir şiiri “devlete tapınma kültürünün esaslı tuğlası”, hatta “vatanseverlik diye ırkçılığı nakış gibi ören, eleştirel düşünceyi hainlikle eş tutan eğitim sistemi”nin aracısı olarak tanımlamak bence çok büyük haksızlık.
Cumhuriyet devrimcilerine haksızlık. O şiiri, büyük bir yurt ve halk sevgisiyle öğrencilerine öğretmiş olan tüm Cumhuriyet öğretmenlerine haksızlık.
05 Eylül 2015 Cumartesi
Orda bir köy var
Arkadaşımız Çiğdem Toker, yurtsever şair Ahmet Kutsi Tecer’in “Orda Bir Köy Var Uzakta” şiiri ile ilgili özetle şu yorumu yaptı köşesinde:
“Bir okul şarkısı öğrettilerdi bize çocukken; marş ritminde.
‘Tral-lal-lal-lal-laaa’ diye başlar, gitmesek de görmesek de bizim olan köylerden söz ederdi.
Gitmesek de görmesek de uzaktaki bütün köylerin bizim olacağını vaz eden bu şarkının, devlete tapınma kültürünün esaslı tuğlalarından biri olduğunu, henüz bilmiyorduk.”
Ahmet Kutsi Tecer’in o şiiri yazış öyküsünü, olaya tanıklık eden Prof. Dr. Asım Mutlu; gazetemizin 23 Haziran 1988 tarihli sayısında yayımlanan “Eğitimimizde Tonguç ve Köy Enstitüleri” başlıklı makalesinde anlatmıştı.
1941’de İsmail Hakkı Tonguç, Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü’nü ziyarete gider. Yanında, köy okulları ve öğretmenevlerinin tasarımlarını çizen mimar Asım Mutlu ile şair Ahmet Kutsi Tecer ve o sırada İstanbul Tıp Fakültesi öğrencisi olan Ceyhun Atuf Kansu da vardır. Ilgaz Dağı’nda yemek yer, bir iki köye uğrarlar. Sonrasını Asım Mutlu şöyle anlatır:
“Ben, köy evlerinin üstü örtülü açık sofalarını gösteriyor ve binaların yalıngüzelliğini dile getirmeye çalışıyordum. Otomobille giderken görünüp kaybolan köylere gözü takılan Tecer’in dudaklarından dizeler dökülmeye başlamıştı: ‘Orda bir köy var uzakta/O köy bizim köyümüzdür’ ünlü şiirini orada yazmış ve yayımladığı zaman onu bize, yol arkadaşlarına ithaf etmişti.”
Ceyhun Atuf Kansu ise o geziye ilişkin gözlemlerini de aktardığı “Cumhuriyet Bayrağı Altında” adlı kitabında, İsmail Hakkı Tonguç’un Gölköy Köy Enstitüsü’ndeki davranışlarını şöyle betimler:
“İlk orada, ülküsünün yalnızca bir eğitim kurumu yaratmak olmadığını anladım.Türkiye’nin temel sorununa bakıyordu. Bir devrimci, bir köy devrimcisi gibi. O geceki konuşmasında bir devrimcinin sesini aldım. Öğretmenler ve yöneticiler ne de olsa bir gelenekten (çürümüş Osmanlı geleneğini kastediyor. I.K) geliyorlardı. Tonguç, bu geleneğe vuruyor, kıyasıya eleştiriyor, kıyasıya sarsıyordu.”
Cumhuriyetçilerin atılımcı coşkularını, yurtseverliklerini, halkçı, toplumcu yanlarını yansıtan böyle bir ortamda yazılmış bir şiiri “devlete tapınma kültürünün esaslı tuğlası”, hatta “vatanseverlik diye ırkçılığı nakış gibi ören, eleştirel düşünceyi hainlikle eş tutan eğitim sistemi”nin aracısı olarak tanımlamak bence çok büyük haksızlık.
Cumhuriyet devrimcilerine haksızlık. O şiiri, büyük bir yurt ve halk sevgisiyle öğrencilerine öğretmiş olan tüm Cumhuriyet öğretmenlerine haksızlık.
Milliyet
15-21 Nisan 2003
İÇİMİZDEN BİRİ ENGİN TONGUÇ
Cumhuriyet Türkiye’sinin en önemli eğitim deneyimi Köy Enstitüleri’nin kuruluşuna tanıklık eden bir yaşam, başkent Ankara’da geçen bir çocukluk ve halkına borcunu ödemek için çalışan bir hekim; Engin Tonguç…
Kaynak: MİLLİYET-15-21 Nisan 2003
Tarihe 1000 Canlı Tanık – 9,10
"Çiftçi çukurda, peri kızı nerede?"
1928 yılında Ankara’da doğar. İlk, orta ve lise tahsilini Ankara’da tamamlar. Sekiz yaşından 18 yaşına kadar, İlköğretim Genel Müdürü ve Köy Enstitüleri’nin kurucusu, babası İsmail Hakkı Tonguç ile Türkiye’yi gezer. Mimar olmayı istemesine rağmen 1945 yılında Ankara Tıp Fakültesi’ne kaydolur. Mezun olur olmaz Ankara Ordu Donatım Fabrikası’nda hekim olarak yedek subaylığını yapar. Hamburg’da aldığı uzmanlık eğitiminin ardından işyeri hekimliği, Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda Sağlık Bilgisi öğretmenliği ve okul doktorluğu yapar. 1965-1976 yılları arasında da SSK Ulus Hastanesi iç hastalıkları uzmanı, 1977 yılında SSK Meslek Hastalıkları Hastanesi başhekimliği ve 1978-1980 yılları arasında da SSK genel müdür yardımcılığı görevlerini yürütür. 1980 yılında emekliye ayrılır. Meslektaşı Müstesna hanımla 1956 yılında Almanya’da evlenir. Halen eşiyle birlikte İzmir’de yaşıyor… Engin Tonguç’la İzmir Bostanlı’daki evinde görüştük.
“Yaşam öyküsü içerisinde, hep şu düşünce beni rahatsız etmiştir: O dönemde okuma, eğitim görme olanağını bulan insanlarız. Ailemizin sosyal konumu dolayısıyla bulabildik bu olanağı… Devletin parasıyla okuduk. Ama o devlet dediğimiz kuruluşun altındaki büyük halk kitlesine borcumuzu tam ödeyebildik mi? Sanırım ödeyememişizdir...."
Engin Tonguç, 1928 yılında Ankara’da öğretmen bir anne ve babanın oğlu olarak dünyaya gelir. Cumhuriyet Ankara’sının en eski semtlerinden Ulus’ta, Kale civarında büyür:
"Benim çocukluğum Ankara’da iki evde geçti. Bir tanesi, Ulus’tan Ankara Kalesi’ne doğru çıkan sokağın üzerinde, eski iki katlı Ankara evi, diğeri Etlik’teki bir bağ evidir. O da çok konforlu olmayan bir evdi. Ulus’ta oturduğumuz semt eski Ermeni mahallesiydi. O yıllarda çok az sayıda Ermeni ve Yahudi vardı Ankara’da. Benim doğduğum evin hemen yanı Yahudi mahallesiydi."
Eski Ankara’da geçen çocukluk
"Altta iki oda, üstte üç oda vardı. Damı akardı, sağa sola kovalar falan konurdu. Ankara’nın kışı çok sert olur. Sular donardı. Tabii kömür sobasıyla bir oda ancak ısınırdı. Yattığımız odalar çok soğuk olurdu. Sonra birtakım ekonomik sıkıntılar başlayınca, alt kattaki iki odalı yer kiraya verildi. Bir berber tuttu orayı ve kira da ödemedi. Sonra başka kiracılarımız da oldu." 1934 yılında aynı semtteki Necatibey İlkokulu’na kaydolur Engin Tonguç: "Okuldaki öğrenciler iki ayrı kökenden gelen çocuklardı. Büyük bir kısmı Ankara Kalesi ve civarındaki yoksul semtlerden gelen, yoksul ailelerin çocuklarıydı. Onların arasında da bizim gibi böyle birkaç tane memur ailelerinin çocuğu vardı. O dönemin ilkokulu günümüzdekilere oranla çok daha toplumcu, devrimci ve Kemalist ilkeleri aşılamaya çalışan bir ilkokuldu. Öğretmenlerimiz çok iyi pedagojik formasyon almışlardı."
Peri kızı nerede?
"Güzel bir eğitim aşılarken, bazı gerçekçi olmayan, bana da ters düşen yönleri de vardı ilkokulun. Birtakım oyunlar oynardık, ‘Çiftçi çukurdadır, nerede peri kızı?’ falan diye. Böyle el ele tutuşup da bahçede halka yapıp dönmeye bir anlam verememişimdir. Hani ‘Çiftçi çukurda!’, ‘Niye çukurda? Peri kızı kim? Son derece anlamsız gelmiştir bana. Üstelik de o şarkıları söyleyen çocuklar, Kale semtlerinin en yoksul, en perişan ailelerinin çocuklarıydı."
İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıl ilkokulu bitirir Engin Tonguç: "Yokluklar, karartma ile geçen savaş yıllarına girdik. Yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle sebze ve meyve yetiştirdiğimiz Etlik’teki bağ evine yaz aylarında giderdik. O zamanın bağ evleri, her biri birbirinden en az 100 metre uzakta, tek tek kıra serpilmiş evlerdi, yani bir mahalle yaşantısı, mahalle arkadaşlığı olayı da yoktu, o bağ yaşamı içerisinde."
"Devletçilik" oyunu
"Bağ evindeki tek değişiklik, Ceyhun ağabeydi. Teyzemin oğlu; Ceyhun Atıf Kansu, şair. O da İstanbul’da yatılı okuyordu, benden sekiz-dokuz yaş büyüktür. Yaz aylarında bağa gelirdi ve bir parça renk katardı bağdaki yaşama. Bir de onun kardeşi… Üçümüz hep birlikte oynardık. Ceyhun ağabeyin organize ettiği bir oyun vardı. Küçük taşları dizerek bir köy yaptık. Bir de isim koyduk: Küçük Hisar Köyü… O köyde Ceyhun ağabey kaymakam, kardeşi mal müdürü, ben de jandarma kumandanı oluyordum. Ondan sonra birtakım senaryolar geliştiriliyordu. Birtakım emirler çıkarılıyor, işler, yazışmalar yapılıyordu. Sanıyorum bunun kaynağı, babalarımızın evdeki konuşmalarıydı. Çünkü hem babam, hem de Ceyhun ağabeyin babası eğitimciydi. Onlar devamlı olarak bu konuları konuşurlardı."
"Devletçilik" oyununun yazışmaları yıllar içinde birikir. "Dosyalar, kağıtlar birikti, sonra unutuldu! Uzun seneler sonra bulduk onları. Aklı başında olmayan bir görevlinin eline geçerse başımız belaya girer, diye hepsini yok ettik."
Brahms erkek adammış!
Büyükten küçüğe kitapların ve paltoların devredilerek okunduğu yıllarda ortaokula başlar Tonguç: "Hiç unutmam babam ilkokul diplomasını elime verdi, ‘Sen git şimdi, ortaokula kaydol’ dedi. Ben de ne bileyim ortaokula nasıl kaydolunur? Demek ki öyle yapılıyor dedim, gittim, kaydoldum. Ortaokuldaki sınıfın sosyal yapısı, ilkokuldaki gibiydi; yoksul ailelerin çocukları, işte üç-beş tane memur ailesi çocuğu falan gibi bir topluluk. Hiç unutmuyorum, bir müzik hocamız vardı. Keman çalardı sınıfta. Bir gün Brahms çaldı. Sonra ‘Brahms’ı nasıl buluyorsunuz?’ dedi. Şimdi, Brahms’ı kimse bilmiyor bizim sınıfta, yani bilmemize de imkan yok. En önde bir arkadaşımız oturuyordu. Ona ‘Piç Yılmaz’ derdik. Sınıf olarak zor durumda kaldık, birisinin bir şey söylemesi lazım. Bizim Yılmaz, ‘Sapına kadar erkek adammış hocam’ dedi. Adam mosmor kesildi. Kemanı vurdu Yılmaz’ın kafasına ve gitti. Derken bir başka müzik hocası geldi, o da çok şişman. Şarkı söylemeye meraklı. Söylüyor, ‘Santa Lucia’! ‘Santa Lucia’yı kimse anlamıyor ki! Bu ve buna benzer olaylar ben de Türkiye gerçeklerine uymayan yanlış bir eğitim verildiği izlenimi uyandırmıştır. Onun yanında sevdiğim hocalarım da vardı ve onlardan da yararlanmışızdır."
Yenişehir kuruluyor...
Cumhuriyet ile birlikte yeniden planlanan genç başkent Ankara’da Yenişehir semti oluşmaya başlar:
"Zamanla Ankara’da bir ayrım belirdi; Eski Ankara’da oturan daha orta halli ve yoksul insanların bulunduğu semtler, ki aralarında tek tük, bizim gibi memur aileleri de kaldı zamanla, ama asıl memur aileleri ve yönetici, üst düzey kesim Yenişehir’e taşındı. Babam (Yenişehir’e taşınmayı) hiç istememiştir, adeta halkın genel düzeyinin üstünde bir yerde yaşamaktan çekinir, utanır bir anlayışı vardı."
Semtler ve arkadaşlıklar
Ulus’taki arkadaşlarıyla okul dışında da zaman geçirir Engin Tonguç.
"Mahalledeki arkadaşlarımla Kale’ye giderdik. Ankara Kalesi’nin yanında, mağara ağzı gibi bir yer vardı. Oraya tırmanırdık. Kaleiçi semtlerde dolaşırdık. Yenişehir’de büyümüş çocukların yaşadıklarından farklı geçti çocukluğum. Yenişehir’de oturanlarla aramızda bir sürtüşme olmadığı gibi çok yakın bir ilişki de olmazdı. Onlardan bir tanesi Altan Öymen’dir. Onun da babası eğitimciydi, ailece görüşürdük."
Atatürk Lisesi
"Ayrıca o dönemde şimdi olduğu gibi özel okullar, kolejler yoktu. Ankara’da iki tane lise vardı. Ben Atatürk Lisesi’ne gittim. Lisemiz, Kızılay tarafındaydı. E, bizim ev Kale’nin dibinde. Çoğu zaman yaya giderdim, bazen belediye otobüsüne binerdim. Makam arabaları yoktu şimdiki gibi. Milli Eğitim Bakanlığı’nda sadece bakanın makam arabası vardı. Müsteşar, genel müdürler, hepsi yaya giderlerdi işe, yahut belediye otobüsüyle. Çamura bata çıka, buralarımıza kadar karların içinde okula giderdik."
Kovboy filmlerini severdik
Ortaokul yıllarında üç filmi arka arkaya seyreden Engin Tonguç lise yıllarında da sinemaya gitmeye devam eder:
"Okuldan kaçarak sinemaya giderdik. Yalnız bir korkumuz vardı; lise müdürünün bizi yakalaması. Sinema okula çok yakındı. Sinemaya bizi yakalamaya gelirdi sık sık. Daha çok kovboy filmlerini severdik. Konserlere giderdik sonra… Konservatuvarın haftalık konserleri olurdu her cumartesi günü, işte oraya Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de gelirdi."
Köy Enstitüleri
Köy Enstitüleri’nin kurucusu ve dönemin ilköğretim genel müdürü olan babası İsmail Hakkı bey ile Anadolu’yu gezer Engin Tonguç. 1936 yılında ilk eğitmen kursunun açılmasıyla başlayan Köy Enstitüleri dönemi, 1946 yılında Maarif Vekili Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İ. Hakkı Tonguç’un görevden alınmasıyla kapanış dönemine girer. 1954 yılında adı İlköğretmen Okulu olarak değiştirilir ve kapatılır. Pek çok aydın ve öğretmen yetiştiren bu okulların kapatılmasının üzerinden yarım asır geçti:
"Dağda taşta çobanlık yapan birtakım garip çocuklar Köy Enstitüleri sayesinde çok yetenekli, olağanüstü insanlar olarak ortaya çıkabilmişlerdir. Köy Enstitüleri’nin bütün kuruluş ve uygulama çalışmalarına tanıklık yaptım, babam bu gezilere beni yanında götürürdü. O yıllarda en elverişli ulaşım aracı trendi. Çok kalabalık olurdu. Üst üste oturulur, rahatsız seyahat edilirdi. Birinci sınıf kompartımanı milletvekilleri için, içinde insan olsun olmasın hep kapalı dururdu ama o arada da koridorda bir sürü insan ayakta gider gelirdi, halk bundan çok rahatsız olurdu. Babamla ikinci mevkide giderdik… (Karayollarına gelince) Yol yok, şoseler var, ortalama hız saatte 40 kilometre... Birçok yerde köprü diye yapılmış tahta birtakım şeyler var, şoför iner arabadan evvela o köprünün üzerinde bir sallanır, sıçrar, hani çökecek mi, çökmeyecek mi diye onu muayene eder, sonra araba geçer, biz yaya geçeriz. Genellikle şoseler yine en iyisi, bir de oradan köy yollarına sapılır, onlar toprak yoldur. Çok defa çamura saplanılır, çamurdan araba bir türlü çıkarılamaz. Gittiğimiz yerlerde kalınacak yer yoktu, doğru dürüst lokanta yoktu, hiçbir şey yoktu… Bir kere arabada mutlaka battaniyeler ve tahta bir yemek sandığı olurdu. O geziler çok ilginçtir. Köylere giderdik, evvela çocuklara İstiklal Marşı söyletirdi. Ondan sonra tahtaya birkaç tanesini kaldırır, yazı yazdırırdı. Bir türkü söyletirdi ardından. Çok yoksul bir köy okulu düşünün. Yoksul çocuklar. Birçoğunun ayağı çıplaktı. Köylerde yamasız elbisesi olan insan yoktur, hepsi yamalıdır. Ayağında nalın olan çocuk, bayağı bir iyi durumda olan çocuk sayılırdı. Sıtma ve frengi korkunç derecede yaygındı. Bu koşullarda sınıfa gelmiş çocuklar... Sınıf soğuk, çünkü yakacak yoktur. O pencereler böyle buğuludur. O buğulu pencerelerden içeriye bakan köylü yüzleri görünür. Merak ederler, ‘Acaba içeride neler oluyor?’ diye. Belki kendi klasik öğrenimime, orta öğrenimime karşı gelen tepkimde, bunları yaşamış olmanın da rolü vardı."
Rumelililer enerjik ve neşeli tiplerdir
"Annem-babam, ikisi de Rumeli kökenli. Baba tarafı Kırım’dan Dobruca’ya göç etmişler. Eski Türklerden bir hanımla evlenmiş dedem. Annemin kökeni de Rumelili, fakat Güney Yugoslavya, Kosova Bölgesi’nden geliyorlar. Babası subay. Dolayısıyla, ben Ankara’da doğmuş olduğum halde hiçbir zaman Ankaralı saymamışımdır kendimi, daha çok hep Rumelili saymışımdır. Çünkü gerçek Ankaralı, Rumeli’den gelmiş olan insanlardan farklıdır. Çok daha sakin, ılımlı, çekingen, donuk denebilecek kadar rahat tiplerdir. Halbuki Rumeli’den gelenler ki, benim annem, babam da öyleydi, çok daha hareketli, enerjik, neşeli ama aynı zamanda kolayca kızabilen, fakat kızgınlığı çok çabuk geçen insanlardır. Aslında Cumhuriyet dönemi Ankara’sının rengini, havasını verenlerin birçoğu Rumeli kökenlidir."
Yol Vergisi
"Bağdaki işlere yardım etmek için Bağlum Köyü’nden eşeğiyle gelen Abdullah isminde bir köylü vardı. Bir gün, Ulus Meydanı’ndan eşeğiyle geçerken polis çevirmiş, ‘Manzarayı bozuyorsun, eşekle geçme buradan’ demiş. ‘Yol vergisi verirken manzarayı bozmuyorduk da, şimdi mi bozuyoruz’ demiş o da cevap olarak. O olaydan sonra ikide bir de eşeğe, ‘Recep, Recep’ diye sesleniyordu. ‘Recep nereden çıktı’ dedik, ‘niye eşeğin adı şimdi Recep oldu?’ Eşeğin adını o kızgınlıkla Recep koymuş. Recep Peker, genel sekreterdi, iktidarda bulunan Halk Partisi’nin genel sekreteriydi…"
İnişli çıkışlı... Rastlantılara açık...
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Cumhuriyet Türkiye’sinin değişimlere gebe olduğu yıl olan 1945’te Ankara Tıp Fakültesi’ne kaydolur Engin Tonguç. Henüz 17 yaşındadır:
Fakültenin ilk senelerinde öğrenimin yanı sıra politika da büyük ölçüde işin içine karıştı. Birçok genç gibi ben de işte Marksizm, sağcılık, solculuk konularını merak ediyordum. Bu arada Denizciler Caddesi’ndeki eski bir Ankara evinin alt katında Türkiye Gençler Derneği kuruldu. Kurucuları arasında Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi öğrencileri ve onların hocaları, Behice Boran, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav vardı. Sınıftan iki arkadaşımla beraber, ben de o derneğe kaydoldum. Çocuk Hastalıkları Kliniği’nde baş asistan olan Ceyhun Atıf Kansu da bize katıldı. Dernekte, teorik tartışmalar yapan arkadaşlardan farklı olarak biz tıbbiyeliler, dernek adına Altındağ semtinde, gecekonduda yaşayanlara ücretsiz sağlık hizmeti vermeye karar verdik ve orada çalışmaya başladık."
Cadı kazanı: DTCF
Ankara’da farklı siyasi görüşlerin alanlara inmeye başladığı günlerde, 27 Aralık 1947 günü Ulus semtinde başlayan mitingin ardından kalabalık, DTCF’ye doğru harekete geçer:
"Bu gençler rektörün odasına girerek, rektörü hırpalayıp istifa etmesini istediler ve zorla bir istifa mektubu imzalattılar kendisine. AÜ rektörü benim eniştem olan Nafi Atuf’ın kardeşi, Profesör Şevket Aziz Kansu’ydu. İlk kez serbest seçimle başa gelen Şevket beyi linç edilmekten son anda, resmi görevliler kurtardı. O günlerde ‘solcu’ öğretim üyelerinin üniversiteden atılması için CHP ve Milli Eğitim Bakanlığı girişimlerde bulunuyordu. Ve aslında tertibin tamamen Halk Partisi’nin birtakım milletvekilleri tarafından yapıldığı herkesin bildiği bir gerçekti. Bir taraftan da iktidar tarafından üniversite reformu adı altında yeni bir üniversite kanunu çıkarılmıştı… Genç kalabalık oradan bizim (Türkiye) Gençler Derneği’nin Denizciler Caddesi’ndeki merkezine geldi. Orayı tahrip ettiler. Birtakım kitaplar sokaklara atıldı. Hatta Larousse Ansiklopedisini bulan birisinin ‘İşte Rusların kitabını buldum’ diye bağırdığını yazdı gazeteler... Ve dernek kapatıldı. Sağlık istasyonumuz da kapandı ardından. Buna en çok üzülen karşımızdaki kahveci oldu. İstasyonu gözetlemekle görevli sivil polisler sabahtan akşama kadar oturup orada kahve-çay içerlermiş. Tabii kahvecinin kazancı kesildi."
Biz de lekeleneceğiz!
"Bu hava içerisinde benim fakültedeki durumum değişik bir şekil aldı. Okulda militan bir sağ kesim de vardı. Hatta onların bir kısmının o zaman polisten para alarak bizi (solcu öğrencileri) izledikleri söylenirdi. Ve bu olaylar nedeniyle ‘fişlendik’. Hiç unutmam bir arkadaşım beni bir kenara çekti, ‘Seninle bundan sonra konuşamayacağım. Çünkü çekiniyoruz. Biz de lekeleneceğiz’ dedi. Tamam dedim hiç sorun değil, bu arada kendi kendime bir karar verdim, iki-üç arkadaşım dışında kendimi sınıfta izole ettim. Böyle bir yalnızlık içersinde Tıp Fakültesi’ni tamamladım."
1946 seçimlerinden sonra CHP içinde değişen dengeler sonucunda Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bakanlıktan, Engin Tonguç’un babası İsmail Hakkı bey de genel müdürlükten ayrılır. "Ve bizim evin etrafında da birtakım garip adamlar dolaşmaya başladı. Kimi simitçi, kimi boyacı pozunda… Adamakıllı bir baskı uygulanmaya başlandı. Telefonlar dinleniyor, mektuplar açılıyordu."
Hitler’den kaçan Alman hocalar
Tıp Fakültesi’nden mezun olan Engin Tonguç öğrencilik yıllarında tanıdığı Alman hocaların da etkisiyle eğitimine yurtdışında devam etmeye karar verir: "İlla ki Almanya’da uzmanlık öğrenimi yapmayı kafama koymuştum. Kendi paramla gidecektim. Devletten bir şey istemiyordum. Fakat o günkü bürokratik kurallara göre yine de Milli Eğitim Bakanlığı’ndan izin almamız gerekiyordu. Türkiye Gençler Derneği olayı ve ‘Tonguç’ soyadı bir araya gelince bu izni bana vermediler."
Üç-beş yaşında tanıklar
Türkiye Gençler Derneği’ne kayıtlı olan genç tıbbiyeliler Ankara’nın Altındağ semtinde bir sağlık merkezi kurarlar:
"Altındağ’da bir gecekondu kiralandı. O semtte yüzlerce çocuğa ücretsiz baktık. Aşı yaptık. Ceyhun ağabey de çocukları muayene eder, reçetelerini yazardı. Daha sonra dernek kapatılınca orada çalışan bütün arkadaşlar solculukla suçlandı ve mahkemeye çıktılar. Ve birçoğu da uzun yıllar hapis yattı. İki arkadaşım da Tıp Fakültesi’ni bırakmak zorunda kaldı. Sadece ben devam edebildim. Savcılar, burada propaganda yaptılar savıyla hasta kayıt defterini mahkemeye götürmüşler. Ondan sonra bakmışlar ki kiminin yaşı üç, kiminin beş, kiminin altı. Hakimler "Böyle saçma şey olmaz, bunların hepsi çocuk" demiş.
İşçi sağlığı
"1977 yılında iki tane meslek hastalıkları hastanesi açıldı. Ama bu hastaneleri oradan oraya naklettiler. Ve son olarak da Yaşar Okuyan’dan sonra gelen bakan, meslek hastalıkları hastanesini kaldırdı. Çünkü sendikalar bu işle ilgilenmiyorlar. İşçiden bir istek gelmiyor. Askeri darbeler nedeniyle sendikaların gücü azalmış durumda, eskisi gibi değil. Avrupa’da işçi sağlığı konusu sendikaların baskısıyla gelişmiştir. Biz de sendikalar daha çok ücret ve toplu sözleşme sendikacılığı yapıyor. O toplu sözleşmelerde de sağlıkla ilgili maddeler hemen hemen hiç yoktur."
Mimar değil hekim
"1945’te, Ankara Tıp Fakültesi’ne girdim. Aslında mimar olmak istiyordum, tıp hiç aklımda yoktu. Fakat liseyi bitirirken hastalandım. Sınavlara giremedim, bütünleme sınavına kaldım mecburi olarak. İstanbul’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nin kayıtları kapandı. Sene kaybetmeyeyim diye, Ankara’da yeni bir tıp fakültesi açılmıştı, oraya gittim. Orada Ceyhun ağabeyin biraz rolü var, ondan da etkilenmiş olabilirim tıbba yönelmekte.
Çünkü o hep şunu söylerdi: ‘Tıp öyle uzaktan gözüktüğü gibi sadece insanları tedavi etmek, ilaç vermek yahut ameliyat yapmak değildir. Eğer insanları, toplumu hatta tüm evreni anlamak istiyorsan, tıp bunun için en iyi bilimdir.’ Çok geniş bir açıdan tıbba bakardı… Raslantılar, ülkemizde insanların hayatını yönlendirmekte, kurallardan daha fazla rol oynamaktadır…"
Rastlantılar Dönemi
"Mesela iş yeri hekimliğine yönelebilmem bir rastlantı sonucudur. Bunca zorluğa, çalkantıya karşın beliren birtakım destekler ve rastlantılarla hiç olmazsa düşündüklerimin bazılarını gerçekleştirebilme imkanı buldum"
Aşçı kadrosunda hekimlik
Askere gitmeye karar verir Tonguç. "Yedek Subay Okulu’nu bitirdikten sonra kura Ankara Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası’na çıktı. Ve orada yedek subay fabrika doktoru göreviyle işe başladım. Bu fabrika o günlerde milli savunma açısından çok önemliydi. Amerikan yardımının devam edebilmesi için gelen Amerikan askeri araç-gereçlerinin bakımı, tamiri bu fabrikada yapılıyordu. İşte orada ‘raslantı teorisini’ doğrulayan bir olay oldu. Fabrikanın müdürü olan bir binbaşı vardı. Beni çağırdı ve bana işyeri hekimliği, meslek hastalıklarıyla ilgili kitaplar verdi. Hâlâ kendisine çok şey borçlu olduğumu düşünürüm. Orada çalıştığım sürece en ideal şekilde bir iş yeri hekimliği yaptım."
Askerliği bitmesine karşın bir yıl daha fabrikada kalır ve aşçı kadrosunda işyeri hekimi olarak çalışmaya devam eder Tonguç: "Benim açımdan çok yararlandığım bir doktorluk yaptım. Çünkü yalnız fabrika içinde değil, fabrikada çalışan işçilerin aile ve çocuklarını muayene etmek üzere evlere de gidiyor, gecekondu gerçeğini en iyi şekilde tanıma olanağını buluyordum. Bence bir hekimin tıp fakültesini bitirir bitirmez akademik kariyere girmesi doğru değil. Mutlaka ona başlamadan evvel bir genel pratisyenlik yapmalıdır."
Bir süre sonra tekrar yurtdışına gitmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı’na başvuruda bulunur Engin Tonguç: "Bu defa izin verdiler. Almanya’da gittiğim Hamburg Tıp Fakültesi’nde uzmanlık eğitimi aldım… Dört buçuk yıl sonunda Türkiye’ye döndüm, döndüm değil döndük. Çünkü eğitimim sırasında oraya uzman olarak gelen eşimle tanıştım ve Almanya’da evlendik, onunla beraber döndük."
Yoksul Anadolu’dan uzak
Türkiye’ye döner dönmez, Ceyhun Atuf Kansu’nun yardımıyla Amasya Şeker Fabrikası’nda eşiyle birlikte iş bulur Engin Tonguç. 1958’den 1960’a kadar Amasya Şeker Fabrikası’nda doktorluk yapar. Çevrenin baskısıyla, Müstesna hanımla birlikte muayenehane açarlar ama kısa bir süre sonra pek de taraftar olmadıkları bu çalışma biçiminden tümüyle vazgeçip fabrikanın hastanesinde tam zamanlı olarak çalışmaya başlarlar:
"Tabii şeker fabrikaları gibi fabrikalar bütün sosyal kuruluşları; lojmanları, misafirhanesi, eğlence olanaklarıyla sanki böyle Avrupa’dan çıkarılıp da getirilip oraya monte edilmiş gibi son derece uygar parçalardır. Ama çevreyle bağlantıları yoktur. Yani tamamen kapalı, izole bir yaşam ama onun dışına çıktığınız zaman, işte o bildiğimiz yoksul Anadolu... Bizim açımızdan bu eksikliği bir dereceye kadar giderme olanağı vardı, dışarıdan hasta bakılabiliyordu çünkü."
Köy Enstitüleri’ni anlatabilmek
"Evet 60’lara geldik. 27 Mayıs hareketi oldu. Ondan bir ay sonra babam öldü. Babam ölünce, biraz da annemin ısrarıyla Ankara’ya dönmeye karar verdik. Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda yani eski Köy Enstitüsü’nde ve yine askeri bir fabrikada iş buldum... Ve başlangıçta 1960’tan sonra nasıl bir iktidarın geleceği de belli olmadığı için acaba Köy Enstitüleri yeniden kurulabilir mi umudu doğmuştur. Ve ilk genel seçime kadar o umut sürmüştür. O günden bugüne bu deneyimi (Köy Enstitüleri) gelecek kuşaklara doğru anlatabilmek, babamdan kalan belge ve bilgileri doğru aktarabilme olayı ortaya çıkmıştır. Ve bütün çabamız yıllardır buna yönelik olmuştur."
SSK dönemi
Engin Tonguç kendi deyimiyle "düzeltilmiş" ve artık Köy Enstitüleri’nin misyonuyla ilgisi kalmayan Hasanoğlan Öğretmen Okulu deneyiminin ardından 1964’te Sosyal Sigortalar Kurumu Ankara Ulus Hastanesi’nde İç Hastalıkları Uzmanı olarak çalışmaya başlamıştır. Tonguç bu tarihten başlayarak 1980 yılına kadar geçen yıllarını SSK çatısı altında meslek-iş hastalıklarıyla ilgili birimler kurmaya ve bu konuda çalışmaya ayırır: "Tam o sırada Çalışma Bakanlığı’nın kurmakta olduğu İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Merkezi diye bir merkez ortaya çıktı. SSK olarak biz de onlara paralel, aynı yerlerde meslek hastalıkları hastaneleri açmaya yönelik bir proje götürdük... O arada 1978 yılı geldi, iktidar değişti. Ecevit hükümet kurdu. Halk Partisi’ne benim yakınlığım vardı. ‘Sosyal Sigortalar Kurumu’nda yönetim görevi alır mısın?’ diye öneriler gelmeye başladı. Sadece bu işyeri hekimliğini ve meslek hastalıkları olayını geliştirebilmek için ben "Tamam" dedim. Ve beni SSK genel müdür yardımcısı yaptılar. O arada da benim istediğim bütün kararları iki ay içerisinde yönetim kurulundan çıkarttım."
Ancak işler istenildiği gibi gitmez ve Ecevit hükümeti istifa eder. Bu gelişme üzerine Engin Tonguç da istifasının ardından emekliliğini ister.
Emeklilik ve İzmir
"1980’den sonra emekli olup İzmir’e yerleşince büyük boşlukta kaldık. Bir süre sonra yine rastlantı sonucu Tabipler Birliği’nde Nusret Fişek ile çalışma olanağını buldum. 1983’te başladık. Bugüne kadar da devam etmiştir o çalışmalar. Bana göre Türkiye’deki sağlık hizmetlerine çözüm getirmiş olan kişidir Nusret Fişek. Ne yazık ki söyledikleri uygulanmamış, yarım bırakılmıştır. Ayrıca Fişek’in TTB başkanlığına gelmesiyle, birlik bir başka anlam kazanmıştır. Oğlu Burhan Fişek’in de büyük rolü olmuştur. TTB’de iş yeri hekimi yetiştirme kursları açılmıştır, on binlerce kişi o kurslardan geçmiştir. O kurslarda ben de yıllarca öğretici olarak çalıştım. Ve bu hava içerisinde emeklilik yaşamımızı anlamlandırarak, hiç olmazsa kendimizi tam anlamıyla gereksiz insanlar sayma kompleksine düşmeden emekliliğimizi geçirmeye çalışıyoruz…"
(*)1948 DTCF Tasfiyesi’yle ilgili daha detaylı bilgi edinmek isteyenler için Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan çıkan Mete Çetik’in hazırladığı "Üniversite Cadı Kazanı" kitabını öneriyoruz...
KAYNAK:
http://www.milliyet.com.tr/2003/04/21/pazar/paz00.htm
http://www.milliyet.com.tr/2003/04/15/pazar/paz00.htm
15-21 Nisan 2003
İÇİMİZDEN BİRİ ENGİN TONGUÇ
Cumhuriyet Türkiye’sinin en önemli eğitim deneyimi Köy Enstitüleri’nin kuruluşuna tanıklık eden bir yaşam, başkent Ankara’da geçen bir çocukluk ve halkına borcunu ödemek için çalışan bir hekim; Engin Tonguç…
Kaynak: MİLLİYET-15-21 Nisan 2003
Tarihe 1000 Canlı Tanık – 9,10
"Çiftçi çukurda, peri kızı nerede?"
1928 yılında Ankara’da doğar. İlk, orta ve lise tahsilini Ankara’da tamamlar. Sekiz yaşından 18 yaşına kadar, İlköğretim Genel Müdürü ve Köy Enstitüleri’nin kurucusu, babası İsmail Hakkı Tonguç ile Türkiye’yi gezer. Mimar olmayı istemesine rağmen 1945 yılında Ankara Tıp Fakültesi’ne kaydolur. Mezun olur olmaz Ankara Ordu Donatım Fabrikası’nda hekim olarak yedek subaylığını yapar. Hamburg’da aldığı uzmanlık eğitiminin ardından işyeri hekimliği, Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda Sağlık Bilgisi öğretmenliği ve okul doktorluğu yapar. 1965-1976 yılları arasında da SSK Ulus Hastanesi iç hastalıkları uzmanı, 1977 yılında SSK Meslek Hastalıkları Hastanesi başhekimliği ve 1978-1980 yılları arasında da SSK genel müdür yardımcılığı görevlerini yürütür. 1980 yılında emekliye ayrılır. Meslektaşı Müstesna hanımla 1956 yılında Almanya’da evlenir. Halen eşiyle birlikte İzmir’de yaşıyor… Engin Tonguç’la İzmir Bostanlı’daki evinde görüştük.
“Yaşam öyküsü içerisinde, hep şu düşünce beni rahatsız etmiştir: O dönemde okuma, eğitim görme olanağını bulan insanlarız. Ailemizin sosyal konumu dolayısıyla bulabildik bu olanağı… Devletin parasıyla okuduk. Ama o devlet dediğimiz kuruluşun altındaki büyük halk kitlesine borcumuzu tam ödeyebildik mi? Sanırım ödeyememişizdir...."
Engin Tonguç, 1928 yılında Ankara’da öğretmen bir anne ve babanın oğlu olarak dünyaya gelir. Cumhuriyet Ankara’sının en eski semtlerinden Ulus’ta, Kale civarında büyür:
"Benim çocukluğum Ankara’da iki evde geçti. Bir tanesi, Ulus’tan Ankara Kalesi’ne doğru çıkan sokağın üzerinde, eski iki katlı Ankara evi, diğeri Etlik’teki bir bağ evidir. O da çok konforlu olmayan bir evdi. Ulus’ta oturduğumuz semt eski Ermeni mahallesiydi. O yıllarda çok az sayıda Ermeni ve Yahudi vardı Ankara’da. Benim doğduğum evin hemen yanı Yahudi mahallesiydi."
Eski Ankara’da geçen çocukluk
"Altta iki oda, üstte üç oda vardı. Damı akardı, sağa sola kovalar falan konurdu. Ankara’nın kışı çok sert olur. Sular donardı. Tabii kömür sobasıyla bir oda ancak ısınırdı. Yattığımız odalar çok soğuk olurdu. Sonra birtakım ekonomik sıkıntılar başlayınca, alt kattaki iki odalı yer kiraya verildi. Bir berber tuttu orayı ve kira da ödemedi. Sonra başka kiracılarımız da oldu." 1934 yılında aynı semtteki Necatibey İlkokulu’na kaydolur Engin Tonguç: "Okuldaki öğrenciler iki ayrı kökenden gelen çocuklardı. Büyük bir kısmı Ankara Kalesi ve civarındaki yoksul semtlerden gelen, yoksul ailelerin çocuklarıydı. Onların arasında da bizim gibi böyle birkaç tane memur ailelerinin çocuğu vardı. O dönemin ilkokulu günümüzdekilere oranla çok daha toplumcu, devrimci ve Kemalist ilkeleri aşılamaya çalışan bir ilkokuldu. Öğretmenlerimiz çok iyi pedagojik formasyon almışlardı."
Peri kızı nerede?
"Güzel bir eğitim aşılarken, bazı gerçekçi olmayan, bana da ters düşen yönleri de vardı ilkokulun. Birtakım oyunlar oynardık, ‘Çiftçi çukurdadır, nerede peri kızı?’ falan diye. Böyle el ele tutuşup da bahçede halka yapıp dönmeye bir anlam verememişimdir. Hani ‘Çiftçi çukurda!’, ‘Niye çukurda? Peri kızı kim? Son derece anlamsız gelmiştir bana. Üstelik de o şarkıları söyleyen çocuklar, Kale semtlerinin en yoksul, en perişan ailelerinin çocuklarıydı."
İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıl ilkokulu bitirir Engin Tonguç: "Yokluklar, karartma ile geçen savaş yıllarına girdik. Yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle sebze ve meyve yetiştirdiğimiz Etlik’teki bağ evine yaz aylarında giderdik. O zamanın bağ evleri, her biri birbirinden en az 100 metre uzakta, tek tek kıra serpilmiş evlerdi, yani bir mahalle yaşantısı, mahalle arkadaşlığı olayı da yoktu, o bağ yaşamı içerisinde."
"Devletçilik" oyunu
"Bağ evindeki tek değişiklik, Ceyhun ağabeydi. Teyzemin oğlu; Ceyhun Atıf Kansu, şair. O da İstanbul’da yatılı okuyordu, benden sekiz-dokuz yaş büyüktür. Yaz aylarında bağa gelirdi ve bir parça renk katardı bağdaki yaşama. Bir de onun kardeşi… Üçümüz hep birlikte oynardık. Ceyhun ağabeyin organize ettiği bir oyun vardı. Küçük taşları dizerek bir köy yaptık. Bir de isim koyduk: Küçük Hisar Köyü… O köyde Ceyhun ağabey kaymakam, kardeşi mal müdürü, ben de jandarma kumandanı oluyordum. Ondan sonra birtakım senaryolar geliştiriliyordu. Birtakım emirler çıkarılıyor, işler, yazışmalar yapılıyordu. Sanıyorum bunun kaynağı, babalarımızın evdeki konuşmalarıydı. Çünkü hem babam, hem de Ceyhun ağabeyin babası eğitimciydi. Onlar devamlı olarak bu konuları konuşurlardı."
"Devletçilik" oyununun yazışmaları yıllar içinde birikir. "Dosyalar, kağıtlar birikti, sonra unutuldu! Uzun seneler sonra bulduk onları. Aklı başında olmayan bir görevlinin eline geçerse başımız belaya girer, diye hepsini yok ettik."
Brahms erkek adammış!
Büyükten küçüğe kitapların ve paltoların devredilerek okunduğu yıllarda ortaokula başlar Tonguç: "Hiç unutmam babam ilkokul diplomasını elime verdi, ‘Sen git şimdi, ortaokula kaydol’ dedi. Ben de ne bileyim ortaokula nasıl kaydolunur? Demek ki öyle yapılıyor dedim, gittim, kaydoldum. Ortaokuldaki sınıfın sosyal yapısı, ilkokuldaki gibiydi; yoksul ailelerin çocukları, işte üç-beş tane memur ailesi çocuğu falan gibi bir topluluk. Hiç unutmuyorum, bir müzik hocamız vardı. Keman çalardı sınıfta. Bir gün Brahms çaldı. Sonra ‘Brahms’ı nasıl buluyorsunuz?’ dedi. Şimdi, Brahms’ı kimse bilmiyor bizim sınıfta, yani bilmemize de imkan yok. En önde bir arkadaşımız oturuyordu. Ona ‘Piç Yılmaz’ derdik. Sınıf olarak zor durumda kaldık, birisinin bir şey söylemesi lazım. Bizim Yılmaz, ‘Sapına kadar erkek adammış hocam’ dedi. Adam mosmor kesildi. Kemanı vurdu Yılmaz’ın kafasına ve gitti. Derken bir başka müzik hocası geldi, o da çok şişman. Şarkı söylemeye meraklı. Söylüyor, ‘Santa Lucia’! ‘Santa Lucia’yı kimse anlamıyor ki! Bu ve buna benzer olaylar ben de Türkiye gerçeklerine uymayan yanlış bir eğitim verildiği izlenimi uyandırmıştır. Onun yanında sevdiğim hocalarım da vardı ve onlardan da yararlanmışızdır."
Yenişehir kuruluyor...
Cumhuriyet ile birlikte yeniden planlanan genç başkent Ankara’da Yenişehir semti oluşmaya başlar:
"Zamanla Ankara’da bir ayrım belirdi; Eski Ankara’da oturan daha orta halli ve yoksul insanların bulunduğu semtler, ki aralarında tek tük, bizim gibi memur aileleri de kaldı zamanla, ama asıl memur aileleri ve yönetici, üst düzey kesim Yenişehir’e taşındı. Babam (Yenişehir’e taşınmayı) hiç istememiştir, adeta halkın genel düzeyinin üstünde bir yerde yaşamaktan çekinir, utanır bir anlayışı vardı."
Semtler ve arkadaşlıklar
Ulus’taki arkadaşlarıyla okul dışında da zaman geçirir Engin Tonguç.
"Mahalledeki arkadaşlarımla Kale’ye giderdik. Ankara Kalesi’nin yanında, mağara ağzı gibi bir yer vardı. Oraya tırmanırdık. Kaleiçi semtlerde dolaşırdık. Yenişehir’de büyümüş çocukların yaşadıklarından farklı geçti çocukluğum. Yenişehir’de oturanlarla aramızda bir sürtüşme olmadığı gibi çok yakın bir ilişki de olmazdı. Onlardan bir tanesi Altan Öymen’dir. Onun da babası eğitimciydi, ailece görüşürdük."
Atatürk Lisesi
"Ayrıca o dönemde şimdi olduğu gibi özel okullar, kolejler yoktu. Ankara’da iki tane lise vardı. Ben Atatürk Lisesi’ne gittim. Lisemiz, Kızılay tarafındaydı. E, bizim ev Kale’nin dibinde. Çoğu zaman yaya giderdim, bazen belediye otobüsüne binerdim. Makam arabaları yoktu şimdiki gibi. Milli Eğitim Bakanlığı’nda sadece bakanın makam arabası vardı. Müsteşar, genel müdürler, hepsi yaya giderlerdi işe, yahut belediye otobüsüyle. Çamura bata çıka, buralarımıza kadar karların içinde okula giderdik."
Kovboy filmlerini severdik
Ortaokul yıllarında üç filmi arka arkaya seyreden Engin Tonguç lise yıllarında da sinemaya gitmeye devam eder:
"Okuldan kaçarak sinemaya giderdik. Yalnız bir korkumuz vardı; lise müdürünün bizi yakalaması. Sinema okula çok yakındı. Sinemaya bizi yakalamaya gelirdi sık sık. Daha çok kovboy filmlerini severdik. Konserlere giderdik sonra… Konservatuvarın haftalık konserleri olurdu her cumartesi günü, işte oraya Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de gelirdi."
Köy Enstitüleri
Köy Enstitüleri’nin kurucusu ve dönemin ilköğretim genel müdürü olan babası İsmail Hakkı bey ile Anadolu’yu gezer Engin Tonguç. 1936 yılında ilk eğitmen kursunun açılmasıyla başlayan Köy Enstitüleri dönemi, 1946 yılında Maarif Vekili Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İ. Hakkı Tonguç’un görevden alınmasıyla kapanış dönemine girer. 1954 yılında adı İlköğretmen Okulu olarak değiştirilir ve kapatılır. Pek çok aydın ve öğretmen yetiştiren bu okulların kapatılmasının üzerinden yarım asır geçti:
"Dağda taşta çobanlık yapan birtakım garip çocuklar Köy Enstitüleri sayesinde çok yetenekli, olağanüstü insanlar olarak ortaya çıkabilmişlerdir. Köy Enstitüleri’nin bütün kuruluş ve uygulama çalışmalarına tanıklık yaptım, babam bu gezilere beni yanında götürürdü. O yıllarda en elverişli ulaşım aracı trendi. Çok kalabalık olurdu. Üst üste oturulur, rahatsız seyahat edilirdi. Birinci sınıf kompartımanı milletvekilleri için, içinde insan olsun olmasın hep kapalı dururdu ama o arada da koridorda bir sürü insan ayakta gider gelirdi, halk bundan çok rahatsız olurdu. Babamla ikinci mevkide giderdik… (Karayollarına gelince) Yol yok, şoseler var, ortalama hız saatte 40 kilometre... Birçok yerde köprü diye yapılmış tahta birtakım şeyler var, şoför iner arabadan evvela o köprünün üzerinde bir sallanır, sıçrar, hani çökecek mi, çökmeyecek mi diye onu muayene eder, sonra araba geçer, biz yaya geçeriz. Genellikle şoseler yine en iyisi, bir de oradan köy yollarına sapılır, onlar toprak yoldur. Çok defa çamura saplanılır, çamurdan araba bir türlü çıkarılamaz. Gittiğimiz yerlerde kalınacak yer yoktu, doğru dürüst lokanta yoktu, hiçbir şey yoktu… Bir kere arabada mutlaka battaniyeler ve tahta bir yemek sandığı olurdu. O geziler çok ilginçtir. Köylere giderdik, evvela çocuklara İstiklal Marşı söyletirdi. Ondan sonra tahtaya birkaç tanesini kaldırır, yazı yazdırırdı. Bir türkü söyletirdi ardından. Çok yoksul bir köy okulu düşünün. Yoksul çocuklar. Birçoğunun ayağı çıplaktı. Köylerde yamasız elbisesi olan insan yoktur, hepsi yamalıdır. Ayağında nalın olan çocuk, bayağı bir iyi durumda olan çocuk sayılırdı. Sıtma ve frengi korkunç derecede yaygındı. Bu koşullarda sınıfa gelmiş çocuklar... Sınıf soğuk, çünkü yakacak yoktur. O pencereler böyle buğuludur. O buğulu pencerelerden içeriye bakan köylü yüzleri görünür. Merak ederler, ‘Acaba içeride neler oluyor?’ diye. Belki kendi klasik öğrenimime, orta öğrenimime karşı gelen tepkimde, bunları yaşamış olmanın da rolü vardı."
Rumelililer enerjik ve neşeli tiplerdir
"Annem-babam, ikisi de Rumeli kökenli. Baba tarafı Kırım’dan Dobruca’ya göç etmişler. Eski Türklerden bir hanımla evlenmiş dedem. Annemin kökeni de Rumelili, fakat Güney Yugoslavya, Kosova Bölgesi’nden geliyorlar. Babası subay. Dolayısıyla, ben Ankara’da doğmuş olduğum halde hiçbir zaman Ankaralı saymamışımdır kendimi, daha çok hep Rumelili saymışımdır. Çünkü gerçek Ankaralı, Rumeli’den gelmiş olan insanlardan farklıdır. Çok daha sakin, ılımlı, çekingen, donuk denebilecek kadar rahat tiplerdir. Halbuki Rumeli’den gelenler ki, benim annem, babam da öyleydi, çok daha hareketli, enerjik, neşeli ama aynı zamanda kolayca kızabilen, fakat kızgınlığı çok çabuk geçen insanlardır. Aslında Cumhuriyet dönemi Ankara’sının rengini, havasını verenlerin birçoğu Rumeli kökenlidir."
Yol Vergisi
"Bağdaki işlere yardım etmek için Bağlum Köyü’nden eşeğiyle gelen Abdullah isminde bir köylü vardı. Bir gün, Ulus Meydanı’ndan eşeğiyle geçerken polis çevirmiş, ‘Manzarayı bozuyorsun, eşekle geçme buradan’ demiş. ‘Yol vergisi verirken manzarayı bozmuyorduk da, şimdi mi bozuyoruz’ demiş o da cevap olarak. O olaydan sonra ikide bir de eşeğe, ‘Recep, Recep’ diye sesleniyordu. ‘Recep nereden çıktı’ dedik, ‘niye eşeğin adı şimdi Recep oldu?’ Eşeğin adını o kızgınlıkla Recep koymuş. Recep Peker, genel sekreterdi, iktidarda bulunan Halk Partisi’nin genel sekreteriydi…"
İnişli çıkışlı... Rastlantılara açık...
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Cumhuriyet Türkiye’sinin değişimlere gebe olduğu yıl olan 1945’te Ankara Tıp Fakültesi’ne kaydolur Engin Tonguç. Henüz 17 yaşındadır:
Fakültenin ilk senelerinde öğrenimin yanı sıra politika da büyük ölçüde işin içine karıştı. Birçok genç gibi ben de işte Marksizm, sağcılık, solculuk konularını merak ediyordum. Bu arada Denizciler Caddesi’ndeki eski bir Ankara evinin alt katında Türkiye Gençler Derneği kuruldu. Kurucuları arasında Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi öğrencileri ve onların hocaları, Behice Boran, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav vardı. Sınıftan iki arkadaşımla beraber, ben de o derneğe kaydoldum. Çocuk Hastalıkları Kliniği’nde baş asistan olan Ceyhun Atıf Kansu da bize katıldı. Dernekte, teorik tartışmalar yapan arkadaşlardan farklı olarak biz tıbbiyeliler, dernek adına Altındağ semtinde, gecekonduda yaşayanlara ücretsiz sağlık hizmeti vermeye karar verdik ve orada çalışmaya başladık."
Cadı kazanı: DTCF
Ankara’da farklı siyasi görüşlerin alanlara inmeye başladığı günlerde, 27 Aralık 1947 günü Ulus semtinde başlayan mitingin ardından kalabalık, DTCF’ye doğru harekete geçer:
"Bu gençler rektörün odasına girerek, rektörü hırpalayıp istifa etmesini istediler ve zorla bir istifa mektubu imzalattılar kendisine. AÜ rektörü benim eniştem olan Nafi Atuf’ın kardeşi, Profesör Şevket Aziz Kansu’ydu. İlk kez serbest seçimle başa gelen Şevket beyi linç edilmekten son anda, resmi görevliler kurtardı. O günlerde ‘solcu’ öğretim üyelerinin üniversiteden atılması için CHP ve Milli Eğitim Bakanlığı girişimlerde bulunuyordu. Ve aslında tertibin tamamen Halk Partisi’nin birtakım milletvekilleri tarafından yapıldığı herkesin bildiği bir gerçekti. Bir taraftan da iktidar tarafından üniversite reformu adı altında yeni bir üniversite kanunu çıkarılmıştı… Genç kalabalık oradan bizim (Türkiye) Gençler Derneği’nin Denizciler Caddesi’ndeki merkezine geldi. Orayı tahrip ettiler. Birtakım kitaplar sokaklara atıldı. Hatta Larousse Ansiklopedisini bulan birisinin ‘İşte Rusların kitabını buldum’ diye bağırdığını yazdı gazeteler... Ve dernek kapatıldı. Sağlık istasyonumuz da kapandı ardından. Buna en çok üzülen karşımızdaki kahveci oldu. İstasyonu gözetlemekle görevli sivil polisler sabahtan akşama kadar oturup orada kahve-çay içerlermiş. Tabii kahvecinin kazancı kesildi."
Biz de lekeleneceğiz!
"Bu hava içerisinde benim fakültedeki durumum değişik bir şekil aldı. Okulda militan bir sağ kesim de vardı. Hatta onların bir kısmının o zaman polisten para alarak bizi (solcu öğrencileri) izledikleri söylenirdi. Ve bu olaylar nedeniyle ‘fişlendik’. Hiç unutmam bir arkadaşım beni bir kenara çekti, ‘Seninle bundan sonra konuşamayacağım. Çünkü çekiniyoruz. Biz de lekeleneceğiz’ dedi. Tamam dedim hiç sorun değil, bu arada kendi kendime bir karar verdim, iki-üç arkadaşım dışında kendimi sınıfta izole ettim. Böyle bir yalnızlık içersinde Tıp Fakültesi’ni tamamladım."
1946 seçimlerinden sonra CHP içinde değişen dengeler sonucunda Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bakanlıktan, Engin Tonguç’un babası İsmail Hakkı bey de genel müdürlükten ayrılır. "Ve bizim evin etrafında da birtakım garip adamlar dolaşmaya başladı. Kimi simitçi, kimi boyacı pozunda… Adamakıllı bir baskı uygulanmaya başlandı. Telefonlar dinleniyor, mektuplar açılıyordu."
Hitler’den kaçan Alman hocalar
Tıp Fakültesi’nden mezun olan Engin Tonguç öğrencilik yıllarında tanıdığı Alman hocaların da etkisiyle eğitimine yurtdışında devam etmeye karar verir: "İlla ki Almanya’da uzmanlık öğrenimi yapmayı kafama koymuştum. Kendi paramla gidecektim. Devletten bir şey istemiyordum. Fakat o günkü bürokratik kurallara göre yine de Milli Eğitim Bakanlığı’ndan izin almamız gerekiyordu. Türkiye Gençler Derneği olayı ve ‘Tonguç’ soyadı bir araya gelince bu izni bana vermediler."
Üç-beş yaşında tanıklar
Türkiye Gençler Derneği’ne kayıtlı olan genç tıbbiyeliler Ankara’nın Altındağ semtinde bir sağlık merkezi kurarlar:
"Altındağ’da bir gecekondu kiralandı. O semtte yüzlerce çocuğa ücretsiz baktık. Aşı yaptık. Ceyhun ağabey de çocukları muayene eder, reçetelerini yazardı. Daha sonra dernek kapatılınca orada çalışan bütün arkadaşlar solculukla suçlandı ve mahkemeye çıktılar. Ve birçoğu da uzun yıllar hapis yattı. İki arkadaşım da Tıp Fakültesi’ni bırakmak zorunda kaldı. Sadece ben devam edebildim. Savcılar, burada propaganda yaptılar savıyla hasta kayıt defterini mahkemeye götürmüşler. Ondan sonra bakmışlar ki kiminin yaşı üç, kiminin beş, kiminin altı. Hakimler "Böyle saçma şey olmaz, bunların hepsi çocuk" demiş.
İşçi sağlığı
"1977 yılında iki tane meslek hastalıkları hastanesi açıldı. Ama bu hastaneleri oradan oraya naklettiler. Ve son olarak da Yaşar Okuyan’dan sonra gelen bakan, meslek hastalıkları hastanesini kaldırdı. Çünkü sendikalar bu işle ilgilenmiyorlar. İşçiden bir istek gelmiyor. Askeri darbeler nedeniyle sendikaların gücü azalmış durumda, eskisi gibi değil. Avrupa’da işçi sağlığı konusu sendikaların baskısıyla gelişmiştir. Biz de sendikalar daha çok ücret ve toplu sözleşme sendikacılığı yapıyor. O toplu sözleşmelerde de sağlıkla ilgili maddeler hemen hemen hiç yoktur."
Mimar değil hekim
"1945’te, Ankara Tıp Fakültesi’ne girdim. Aslında mimar olmak istiyordum, tıp hiç aklımda yoktu. Fakat liseyi bitirirken hastalandım. Sınavlara giremedim, bütünleme sınavına kaldım mecburi olarak. İstanbul’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nin kayıtları kapandı. Sene kaybetmeyeyim diye, Ankara’da yeni bir tıp fakültesi açılmıştı, oraya gittim. Orada Ceyhun ağabeyin biraz rolü var, ondan da etkilenmiş olabilirim tıbba yönelmekte.
Çünkü o hep şunu söylerdi: ‘Tıp öyle uzaktan gözüktüğü gibi sadece insanları tedavi etmek, ilaç vermek yahut ameliyat yapmak değildir. Eğer insanları, toplumu hatta tüm evreni anlamak istiyorsan, tıp bunun için en iyi bilimdir.’ Çok geniş bir açıdan tıbba bakardı… Raslantılar, ülkemizde insanların hayatını yönlendirmekte, kurallardan daha fazla rol oynamaktadır…"
Rastlantılar Dönemi
"Mesela iş yeri hekimliğine yönelebilmem bir rastlantı sonucudur. Bunca zorluğa, çalkantıya karşın beliren birtakım destekler ve rastlantılarla hiç olmazsa düşündüklerimin bazılarını gerçekleştirebilme imkanı buldum"
Aşçı kadrosunda hekimlik
Askere gitmeye karar verir Tonguç. "Yedek Subay Okulu’nu bitirdikten sonra kura Ankara Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası’na çıktı. Ve orada yedek subay fabrika doktoru göreviyle işe başladım. Bu fabrika o günlerde milli savunma açısından çok önemliydi. Amerikan yardımının devam edebilmesi için gelen Amerikan askeri araç-gereçlerinin bakımı, tamiri bu fabrikada yapılıyordu. İşte orada ‘raslantı teorisini’ doğrulayan bir olay oldu. Fabrikanın müdürü olan bir binbaşı vardı. Beni çağırdı ve bana işyeri hekimliği, meslek hastalıklarıyla ilgili kitaplar verdi. Hâlâ kendisine çok şey borçlu olduğumu düşünürüm. Orada çalıştığım sürece en ideal şekilde bir iş yeri hekimliği yaptım."
Askerliği bitmesine karşın bir yıl daha fabrikada kalır ve aşçı kadrosunda işyeri hekimi olarak çalışmaya devam eder Tonguç: "Benim açımdan çok yararlandığım bir doktorluk yaptım. Çünkü yalnız fabrika içinde değil, fabrikada çalışan işçilerin aile ve çocuklarını muayene etmek üzere evlere de gidiyor, gecekondu gerçeğini en iyi şekilde tanıma olanağını buluyordum. Bence bir hekimin tıp fakültesini bitirir bitirmez akademik kariyere girmesi doğru değil. Mutlaka ona başlamadan evvel bir genel pratisyenlik yapmalıdır."
Bir süre sonra tekrar yurtdışına gitmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı’na başvuruda bulunur Engin Tonguç: "Bu defa izin verdiler. Almanya’da gittiğim Hamburg Tıp Fakültesi’nde uzmanlık eğitimi aldım… Dört buçuk yıl sonunda Türkiye’ye döndüm, döndüm değil döndük. Çünkü eğitimim sırasında oraya uzman olarak gelen eşimle tanıştım ve Almanya’da evlendik, onunla beraber döndük."
Yoksul Anadolu’dan uzak
Türkiye’ye döner dönmez, Ceyhun Atuf Kansu’nun yardımıyla Amasya Şeker Fabrikası’nda eşiyle birlikte iş bulur Engin Tonguç. 1958’den 1960’a kadar Amasya Şeker Fabrikası’nda doktorluk yapar. Çevrenin baskısıyla, Müstesna hanımla birlikte muayenehane açarlar ama kısa bir süre sonra pek de taraftar olmadıkları bu çalışma biçiminden tümüyle vazgeçip fabrikanın hastanesinde tam zamanlı olarak çalışmaya başlarlar:
"Tabii şeker fabrikaları gibi fabrikalar bütün sosyal kuruluşları; lojmanları, misafirhanesi, eğlence olanaklarıyla sanki böyle Avrupa’dan çıkarılıp da getirilip oraya monte edilmiş gibi son derece uygar parçalardır. Ama çevreyle bağlantıları yoktur. Yani tamamen kapalı, izole bir yaşam ama onun dışına çıktığınız zaman, işte o bildiğimiz yoksul Anadolu... Bizim açımızdan bu eksikliği bir dereceye kadar giderme olanağı vardı, dışarıdan hasta bakılabiliyordu çünkü."
Köy Enstitüleri’ni anlatabilmek
"Evet 60’lara geldik. 27 Mayıs hareketi oldu. Ondan bir ay sonra babam öldü. Babam ölünce, biraz da annemin ısrarıyla Ankara’ya dönmeye karar verdik. Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda yani eski Köy Enstitüsü’nde ve yine askeri bir fabrikada iş buldum... Ve başlangıçta 1960’tan sonra nasıl bir iktidarın geleceği de belli olmadığı için acaba Köy Enstitüleri yeniden kurulabilir mi umudu doğmuştur. Ve ilk genel seçime kadar o umut sürmüştür. O günden bugüne bu deneyimi (Köy Enstitüleri) gelecek kuşaklara doğru anlatabilmek, babamdan kalan belge ve bilgileri doğru aktarabilme olayı ortaya çıkmıştır. Ve bütün çabamız yıllardır buna yönelik olmuştur."
SSK dönemi
Engin Tonguç kendi deyimiyle "düzeltilmiş" ve artık Köy Enstitüleri’nin misyonuyla ilgisi kalmayan Hasanoğlan Öğretmen Okulu deneyiminin ardından 1964’te Sosyal Sigortalar Kurumu Ankara Ulus Hastanesi’nde İç Hastalıkları Uzmanı olarak çalışmaya başlamıştır. Tonguç bu tarihten başlayarak 1980 yılına kadar geçen yıllarını SSK çatısı altında meslek-iş hastalıklarıyla ilgili birimler kurmaya ve bu konuda çalışmaya ayırır: "Tam o sırada Çalışma Bakanlığı’nın kurmakta olduğu İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Merkezi diye bir merkez ortaya çıktı. SSK olarak biz de onlara paralel, aynı yerlerde meslek hastalıkları hastaneleri açmaya yönelik bir proje götürdük... O arada 1978 yılı geldi, iktidar değişti. Ecevit hükümet kurdu. Halk Partisi’ne benim yakınlığım vardı. ‘Sosyal Sigortalar Kurumu’nda yönetim görevi alır mısın?’ diye öneriler gelmeye başladı. Sadece bu işyeri hekimliğini ve meslek hastalıkları olayını geliştirebilmek için ben "Tamam" dedim. Ve beni SSK genel müdür yardımcısı yaptılar. O arada da benim istediğim bütün kararları iki ay içerisinde yönetim kurulundan çıkarttım."
Ancak işler istenildiği gibi gitmez ve Ecevit hükümeti istifa eder. Bu gelişme üzerine Engin Tonguç da istifasının ardından emekliliğini ister.
Emeklilik ve İzmir
"1980’den sonra emekli olup İzmir’e yerleşince büyük boşlukta kaldık. Bir süre sonra yine rastlantı sonucu Tabipler Birliği’nde Nusret Fişek ile çalışma olanağını buldum. 1983’te başladık. Bugüne kadar da devam etmiştir o çalışmalar. Bana göre Türkiye’deki sağlık hizmetlerine çözüm getirmiş olan kişidir Nusret Fişek. Ne yazık ki söyledikleri uygulanmamış, yarım bırakılmıştır. Ayrıca Fişek’in TTB başkanlığına gelmesiyle, birlik bir başka anlam kazanmıştır. Oğlu Burhan Fişek’in de büyük rolü olmuştur. TTB’de iş yeri hekimi yetiştirme kursları açılmıştır, on binlerce kişi o kurslardan geçmiştir. O kurslarda ben de yıllarca öğretici olarak çalıştım. Ve bu hava içerisinde emeklilik yaşamımızı anlamlandırarak, hiç olmazsa kendimizi tam anlamıyla gereksiz insanlar sayma kompleksine düşmeden emekliliğimizi geçirmeye çalışıyoruz…"
(*)1948 DTCF Tasfiyesi’yle ilgili daha detaylı bilgi edinmek isteyenler için Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan çıkan Mete Çetik’in hazırladığı "Üniversite Cadı Kazanı" kitabını öneriyoruz...
KAYNAK:
http://www.milliyet.com.tr/2003/04/21/pazar/paz00.htm
http://www.milliyet.com.tr/2003/04/15/pazar/paz00.htm
Prof.Dr.Zafer Öztek
YAZIK OLDU KÖY ENSTİTÜLERİNE
Kaynak: Sağlıkta Altın Olaylar Kitabından...
Aralık 2014
Bu satırları belki bir masa başında, belki bir koltukta, belki bir yolculukta okuyorsunuz; eğer gece ise, elektrik düğmesine basmışsınızdır, odanız aydınlık, radyatörünüz sıcaktır; biraz önce okuduğunuz gazete yanınızda durmaktadır; belki radyonuz ya da televizyonunuz açıktır; siz okurken hafif bir müzik sesi dolduruyordur bulunduğunuz ortamı. Eğer uçak yolculuğunda iseniz, birazdan hostes yemeğinizi getirecektir ve Türkiye’nin bir köşesinden gideceğiniz diğer köşesindeki kente bir saat içinde varacaksınız.
Şimdi gözlerinizi kapatın. Kendinizi 1920’lerin Türkiye’sinde varsayın. Gazete yok, zaten olsa da siz okuma bilmiyorsunuz.
Radyo, televizyon yok. Haberleri gecikmeli olarak konu komşudan duyuyorsunuz. Onların da doğruluğu kuşkulu. Bırakınız uçağı,otomobili, at arabası bulabiliyorsanız şanslısınız. Sobanız varsa ve odun da bulabilirseniz ısınırsınız. Elektriğin ne olduğunu ya bilmiyorsunuz ya da bir yerlerden duymuş olabilirsiniz. Fakat, duvarınızda Kurtuluş Savaşında kullandığınız mavzer, göğsünüzde madalyanız asılı.Umutlusunuz. Ülkede var olmayanların hepsi bir gün var olacak. Fakat, nasıl? Nüfusunun yüzde 85’inin köylerde yaşadığı, erkeklerin yüzde 97’sinin, kadınların yüzde 99 ‘unun okuma-yazma bilmediği, yolu, elektriği, suyu olmayan, tarımı geri, bir çivi bile yapılamayan, evleri topraktan, sıtmanın, trahomun, veremin her tarafı sardığı bu ülke nasıl kalkınacak ? Eğitimle…
Çünkü, savaştan sonraki en büyük düşman cehalettir… Savaşı kazandık… Şimdi sıra cehalette… Cehaleti de yenersek, çağdaşlaşmanın da kalkınmanın da kapısı aralanacak. Ulu Önder Atatürk ve dönemin Eğitim Bakanı Vasıf Çınar ünlü eğitimci ve düşünür Amerikalı John Dewey’i davet ederler. Dewey, yaparak-yaşayarak öğrenmeye ve deneyime önem veren pragmatizmi, mantıksal ve ahlaki bir analiz kuramı olarak geliştirmiş, deneycilik, işlevsellik ve aletçilik olarak da bilinen felsefe akımının kurucusu ünlü düşünür ve eğitim kuramcısıdır.
Dewey, üç aya yakın süre kaldığı ülkemizde İstanbul, Ankara ve Bursa’da gözlem ve incelemelerde bulunduktan sonra 30 sayfalık bir rapor hazırlar. “Halkının yüzde 85’nin köylü ve okur yazarlığın bu kadar düşük olduğu bir yapıda modern devlet kurulamaz” der raporunda. Öte yandan, kurulması gereken yeni eğitim sistemi hakkındaki önerilerde bulunur. Atatürk’ün ülke kalkınmasını tetikleyen devrim fırtınası içinde eğitimle ilgili çok önemli gelişmeler olur. Önce “eğitimin birleştirilmesi” (tevhid-i tedrisat) yasası çıkar. Bunu Latin alfabesinin kabulü izler. Askerde okuma-yazma öğrenen çavuş ve onbaşılar terhis sonrası kendi köylerinde kurslar açarlar. Bu iş için kendilerine 2 lira aylık ödenir. Böylece, okuma yazma bilenlerin sayısı hızla artmaya başlar. Eğitmen okulları açılarak eğitimin yaygınlaştırılmasına çalışılır. Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan 1935 yılında İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne İsmail Hakkı Tonguç’u atar. Tonguç atandıktan sonra çalışmalar hızlanır. Asıl gelişmeler Hasan Âli Yücel’in bakan oluşu ile olur. 7 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen 3803 sayılı yasa ile köy enstitüleri kurulmaya başlanır.
Köy enstitüleri, yapılan devrimlerin ve yeni atılımların kırsal bölgeye ulaşmasını sağlayacak, köy toplumunun içten canlanması için çabalayacak insanlar yetiştirmek amacıyla kurulmuş, başka bir ülkede bir eşine rastlanmayan özgün okullardır. Köy enstitüleri kırsal bölgenin başlıca gereksinmelerini karşılamak üzere “çok amaçlı” insangücü yetiştiren okullardır.
Köylerden seçilmiş gençler eğitildikten sonra kendi köylerinde ve yakın yörelerde eğitimi, tarımı, yapıcılığı, hayvancılığı, arıcılığı, koperatifçiliği, el sanatlarını, müziği, sporu ve sağlığı geliştirecek, böylece kırsal bölgelerin çağdaşlaşmasına ve kalkınmasına paha biçilemez katkılar sağlayacaklardı. Öyle de oldu. Sayıları 21 ‘e ulaşan köy enstitüleri ilk mezunlarını verdiği 1942 yılından nitelik değiştirildiği 1953 yılına kadar 1.398’i kız, 15.943’ü erkek olmak üzere toplam 17.341 öğretmen yetiştirdi.
Yaz-kış açık olan bu kuruluşlardaki öğrenciler beş duyuya yönelik, beceriye dönük, işi yaparak ve yaşayarak öğreniyorlardı; bütün çalışmalar ve uygulamalar imeceye ve üretime dayalıydı; kültür ve meslek dersleriyle birliktre, müzik, spor ve halkoyunlarının da bulunduğu laik bir program uygulanıyordu; okullarda kızlar ve erkekler karma biçimde bulunuyorlardı.
Dolaysıyla, köy enstitülerinden mezun olanları yalnızca birer öğretmen olarak görmek yanlıştır. Onlar öğretmen olmalarının yanında çağdaşlaşmanın öncüleri ve yeni Türkiye’nin toplum liderleri olmuşlardır. Mezunlar arasından çok değerli yazarlar, sanatçılar, müzisyenler ve geleceğin akademisyenleri çıkmıştır. Köy enstitüleri mezunları kalkınan Türkiye’nin çekirdek aydınları olmuşlardır.
Kuruluşlarından başlayarak köy enstitülerinin eğitim programında yalnızca eğitim, kültür, tarım ve inşaat alanlarına değil, sağlık eğitimine de yer verilmiştir. Beş yıl boyunca “tabiat ve okul sağlığı” dersi ve son sınıfta ise “ev idaresi ve çocuk bakımı” dersi okutulmuştur. Tabiat ve okul sağlığı dersi içinde insan anatomisi ve fizyolojisi, genel sağlık kuralları, sağlığın korunması, okul sağlığı, kazalardan korunma ve köylerde görülen başlıca sağlık sorunları gibi konular işlenmiştir. Bu dersler, toplam eğitim programının yaklaşık yüzde onunu oluşturuyordu.
Geleceğin öğretmenleri olacak öğrenciler, derslerde ve revir çalışmalarında ilk yardım ve sağlıkla ilgili bazı temel konularda eğitim alıyorlardı. Ancak, bu programda mezun olanlar köylerdeki sağlık hizmetleri için yeterli değildi. Köylerin sağlık sorunlarının çözülmesi
için tıpkı köy öğretmenleri gibi, yerel koşullara göre eğitilmiş sağlık elemanlarının yetiştirlmesinin gerekli olduğu görülüyordu. Çünkü, köylerde duvar diplerine dizilmiş sıtmalılar, yüzü gözü sinek,sümük içinde çocuklar, salgınlarda yitirilen bebekler, ölen gencecik
anneler içleri sızlatıyordu. Kasabalarda oturan hekimlerin ve diğer sağlıkçıların köylüye bir yararı olamıyordu. Ulaşım zor, yollar bozuk, araç yoktu.
O yıllarda İsmail Hakkı Tonguç bu konudaki görüşünü şöyle dile getirmişti: “Köyleri hastalıklardan kurtaramadığımız sürece, canlı ve mutlu bir topluma kavuşamayız. Millet çoğunluğunun sağlığı ile ilgili bu işi tıpkı ilköğretim davası gibi kökten çözümlemek yoluna düşmek gerekir.... Ulusal hizmetler, ulusu yıkımlardan kurtarma yolundaki hizmetlerdendir...”
Aslında, köylerde sağlık hizmetlerini yürütmek üzere 1910 yılında “küçük sıhhat memurları mektebi” adıyla okullar açılmıştı. Cumhuriyet kurulduktan sonra 1924 yılında “sağlık memurları okulları” açıldı. Bu okullardan 1926 yılından 1948 yılına kadar 720 sağlık memuru mezun olmuştu. Ancak, bu elemanların büyük çoğunluğu eğitim amaçlarının tersine kent ve kasabalarda
çalışıyorlardı.Bu durumlar dikkate alınarak 1943 yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Teşkilat Kanununa bir ekleme yapılarak “köy sağlık örgütü” kuruldu. Bu birimlerdeki ekip yasaya göre köy hekimi, köy sağlık memuru ve köy ebesinden oluşuyordu. Yasa böyle demekle irlikte, köy hekimleri yetiştirilemedi; sağlık memurları eğitimine devam edildi; köy ebeliği için 1936 ve 1937 yıllarında Balıkesir ve Konya’da açılan iki köy ebe okuluna alınan 15 yaşını doldurmuş kız çocuklarına verilen 12 aylık eğitimle 1947 tılına kadar toplam 789 köy ebesi mezun edildi.İki bakanlık işbirliğine giderek 19 temmuz 1943 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 4459 sayılı yasa ile köy enstitülerinde “sağlık memurluğu kolu” ve “köy ebesi kolu” oluşturulmasına karar verdiler.İsteyen öğrenciler üçüncü sınıftan sonra bu kollara ayrılacaklardı.
Ancak, kız öğrencilerin sayısı az olduğu için “ebe kolu” açılamadı.Sağlık kolu bulunan okullarda birden çok hekim, hemşire ve sağlık memuru bulundurulmuş ve eğitimlerde büyük ölçüde okul hekimlerinden yararlanılmıştır. Uygulamalı eğitimler için civardaki devlet hastaneleri kullanılmıştır. Bu kolun eğitim programı sağlık memuru okullarında yürütülen eğitim programlarının aynısı idi. Sağlık kolu bulunan okullarda birer “bölge dispanseri” açılması planlanmış, ancak yalnızca Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde gerçekleştirilebilmiştir. (1942 yılında kurulan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü ülkemizde kurulmuş ilk köy üniversitesidir. Amaç, köy enstitülerine öğretmen yetiştirmekti.)
Köy enstitülerinden 1945 yılından son mezunlarını verdikleri 1951 yılına kadar 1.599 sağlık memuru diploma almıştır. Köy öğretmenleri gibi 20 yıl zorunlu hizmetle yükümlü olan sağlık memurlarına 5-10 köyden oluşan bir köy grubu bölgesi verilmiştir. Bu bölgenin merkezindeki bir köyde oturan sağlık memuru gezici hizmet vererek, her ay her köyü ziyaret ederek bulaşıcı hastalıklarla savaş, çevre sağlığı, çiçek aşısı uygulaması, ilaç enjeksiyonları, sıtma taramaları yapacak ve ilk yardım hizmeti verecektir. Sağlık memurlarına üç ayda 60 lira ödeniyordu, oturmaları için bir bina yapılıyor ve kendilerine bir tarla ve gerekli tarım aletleri tahsis
ediliyordu.
Tarlayı köylüler imece usulü ile ekip biçiyorlardı. Türkiye’nin kalkınmasında özgün bir model olan köy enstitüleri dünyada da yankı buldu. John Dewey 1943 yılında ülkemize yeniden geldiğinde bu okullar için “hayalimdeki okullar” demişti. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru 1945 yılında Sovyetler Birliği lideri Stalin Türkiye’den Kars, Artvin ve Ardahan’I ve Boğazlarda askeri üs istemesi üzerine Cumhurbaşkanı İnönü ABD’den askeri destek istedi. ABD, Truman Doktrini ile yardıma başladı ama karşılığında Türkiye’de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleşmesini ve “5 yıllık kalkınma planları” ve “köy enstitüleri” gibi sovyet sistemine benzer uygulamaların kaldırılmasını talep etti.
Meclisteki muhalif kanat ta bu talepleri destekliyordu. 1950 seçimlerinde bu kanat bir kampanya ile köy enstitülerine karşı çıktı. Köy enstitülerinde tek tip üniforma giyilmesi komunizm suçlamalarına yol açıyordu; erkek ve kızların karma biçimde eğitim görmeleri dedikodulara neden oluyordu; öğrencilerin kendi okul binalarını yapmaları yadırganıyordu. Belki de kayda değer bir önemli şey, köylerde öğretmenlik yaparken köy ağaları ile sürtüşme yaşamaları idi. Bu durumlar Ankara’ya sürekli baskıların yapılmasına yol açıyordu. Din, iman, vatan elden gidiyor çığlıklarıyla tozu dumana kattılar. İş ilkesine dayanan yönetmeliği değiştirerek köy enstitülerini önce sıradan okula dönüştürdüler, 20 Ocak 1954 tarihinde ise tümüyle kapattılar.
Köy enstitüleri kısa ömürlü oldular, ama, açık kaldıkları altı yılda eğitim, sanat, siyaset ve sağlık alanlarında başardığı olağanüstü işlerle anılacaklar.
Köy enstitüleri eğitim alanında olduğu kadar sağlık alanında da bir altın olaydı. Yazık oldu köy enstitülerine....
Kaynaklar
• Efendioğlu, A., Berkant, H.G., Altıntaş, Ö. John Dewey’in Türk Maarifi Hakkında Raporu ve Türk Eğitim Sistemi, 1.Ulusal Eğitim Programları ve Öğretim Kongresi, http://www.pegem.net/akademi/kongrebildiri_detay.aspx?id=117784
• Bozkırdaki Işık: “Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü”, E-Bülten Sayı:30/Yıl:8/Haziran 2013, http://e-bulten.library.atilim.edu.tr/sayilar/2013-06/ankara2.html
• Köy Enstitülü Bir Sağlıkçı : Mehmet Yanık – Müslüm Kabadayı, http://www.insanokur.org/?p=43509
• Çamur, A.Z., Anadolu Güneşi Köy Enstitüleri Yaşıyor, http://www.tireboluhaber.net/yazar_detay.php?id=710
• Güvercin, C.H., Aksu, M., Arda, B. Köy Enstitüleri ve Sağlık Eğitimi, Ankara Enstitüsü Tıp Fakültesi Mecmuası, Cilt 57,
Sayı 2, 2004.
Köy Enstitüsü Sağlık Memurluğu Diploması Prof. Dr. Ayşe Baysal, Köy Enstitülü Beslenme Uzmanı